Özel Dairece verilen bozma kararının temyiz etmeyenin direnme kararını temyiz edemeyeceği- Haczin şahsi bir hak olduğu ve TMK'nın 1023. maddesinde düzenlenen tapuya güven ilkesinden davalı haciz alacaklısı bankanın yararlanamayacağı- Haczin ancak haciz tarihinde gerçekten takip borçlusuna ait olan taşınmazlar üzerine konulabileceği- Davalı yüklenici şirket adına kayıtlı olan taşınmazlar arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi gereğince davacı arsa sahiplerine bırakılan yerlerden olup, taşınmazların gerçek sahibi davalı yüklenici şirket olmadığından, borçlu yükleniciye ait olmayan taşınmazlar üzerine konulan hacizlerin kaldırılması gerektiği- "Haczin konulduğu tarihte taşınmazın davalı yüklenici şirket adına kayıtlı olduğu, davalı bankasnın iyiniyetli üçüncü kişi olduğu ve TMK'nın 1023. maddesinde düzenlenen tapuya güven ilkesinden yararlanması gerektiği" görüşünün HGK çoğunluğunca benimsenmediği-
Asliye hukuk mahkemesinde ileri sürülen ve görevsizlik kararı verilen bir talebin, görevli mahkemeye gönderilmeyip aynı talebin yeniden asliye ticaret mahkemesinde ileri sürülmesinde hukuki yarar bulunduğundan söz edilemeyeceği-
İnançlı işleme dayalı iddianın yazılı delille kanıtlanması gerekeceği, ispat külfeti kendisinde olan tarafın yazılı bir belgesi olmaması durumunda ise delil başlangıcı niteliğinde belgeler var ise iddianın her türlü delille kanıtlanmasının olanaklı hale geleceği, davacı tarafça yazılı inanç sözleşmesi yahut delil başlangıcı nitelinde bir belge sunulmadığı, iddianın ispatlanamadığı gerekçesiyle birleştirilen davanın da reddine karar verilmesi gerektiği-
Uyuşmazlık Mahkemesi Hukuk Bölümünün dosyaya emsal teşkil edecek 2020/400 E. 2020/453 K. sayılı kararı ile Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 2020/2045 Esas ve 2020/1746 Karar sayılı kararına göre 2918 sayılı Kanun'dan kaynaklanan tüm sorumluluk davalarının adli yargıda görülmesi gerekliliğinin ortaya çıktığı, bu nedenle davalı idarenin 2918 sayılı Kanun’dan kaynaklanan sorumluluğu nedeniyle tazminat talep edilmesine göre uyuşmazlığın çözümünde adli yargı görevli olacağından mahkemece esasa yönelik  inceleme yapılarak karar verilmesi gerekirken yargı yolu nedeni ile ret kararı verilmesinin doğru olmadığı-
Davalının, merkezi İspanya'da bulunan bir banka olan şirket hakkında kendisine borçlu olduğundan bahisle icra takibi başlatıldığı, söz konusu takipte borçlu İspanyol şirket olarak gösterilmekle birlikte adres olarak Türkiye'deki temsilciliğin adresinin gösterildiği, temsilciliğin başındaki yetkili eldeki davayı açarak takip konusu borçla ilgilerinin bulunmadığını, hukuki ilişkinin asıl şirketle olduğunu, borç ilişkisinin tarafı olmadığını ileri sürerek menfi tespit talebinde bulunduğu, yargılama içerisinde icra tehdidi altında ödeme yapıldığını belirterek ödenen bedelin istirdadını istediği, mahkemenin bu şekilde açılan bir davada temsilciliğin aktif dava ehliyetinin olmadığı gerekçesiyle davayı reddettiği, Özel Daire davacının şirketi temsil yetkisi bulunmadığı sabit ise de bu dava şartı eksikliğinin şirketten alınacak bir vekâletname ile tamamlanabileceği gerekçesiyle bozma kararı tesis ettiği, bu hâliyle Özel Daire ve Mahkeme arasındaki anlaşmazlık yabancı bankanın Türkiye'deki temsilciliğinin eldeki davayı açıp açamayacağı noktasında düğümlendiği, söz konusu temsilciğin tek başına dava ehliyeti yahut şirketi temsile ilişkin genel hükümler anlamında kanuni temsil yetkisi bulunmuyor ise de TTK'nin istisnai bu duruma özgü olarak düzenlenen 103/1-b maddesi gereği yabancı tacir ile Türkiye'de faaliyet gösteren kişi arasındaki ilişki ne olursa olsun acente statüsünde sayılacağından bu maddenin sağladığı imkân dâhilinde yabancı şirketi temsilen dava açabileceği- "TTK'nin 103 ve 105. maddelerinin somut olayda uygulanmasının mümkün olmadığı, istisnai yetkinin 103. maddenin ilk cümlesinde açıkça öngörüldüğü üzere ancak başka bir kanunda buna engel bir hükmün var olmaması hâlinde söz konusu olabileceği, oysa somut olayda davacının BDDK izni ile faaliyet gösteren ve ilgili Yönetmelik ve Tebliğ gereği herhangi bir hukuki iş ve işlem içerisine girmesinin yasak olduğu, üstelik davanın şirket adına ve namına dile getirilmiş bir borçsuzluk yahut usulsüzlük iddiası üzerinden açılmadığı, tam aksine bizatihi temsilciliğin hukuken hiçbir işlemin tarafı ve muhatabı olamayacağı iddiasına dayanıldığı, şirketten ayrı bir hukuki varlığı olmayan irtibat bürosunun bu şekilde bir dava açamayacağı, davanın ancak ve ancak temsilciliğin başındaki gerçek kişinin icra takibinden çekinip bizzat kendi malvarlığından ödeme yapması hâlinde dinlenebilir olacağı, tam tersine ödemenin şirket tarafından yapıldığının belirtildiği gözetildiğinde dava ehliyeti ve temsilci sıfatı bulunmayan irtibat bürosunun kendi nam ve hesabına dava açması mümkün olmadığından mahkemenin tamamlanabilir bir dava şartı eksikliğinin söz konusu olmadığı yönündeki gerekçesinin haklı ve yerinde olduğu" görüşü dile getirilmiş ise de bu görüşlerin Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmediği-
İlk Derece Mahkemesi kararına karşı asıl ve birleşen davada davacılar vekili tarafından istinaf yoluna başvurulmamış ise de, 2942 sayılı Kanun’un 14/3. maddesinde öngörülen hükmün dava şartlarının bulunup bulunmadığı ile bağlantılı olup, kamu düzenine ilişkin bir hüküm niteliği taşıdığı gibi, bu hükme aykırı şekilde verilen kararın kanunun açık hükmüne aykırılık teşkil ettiği dikkate alındığında Bölge Adliye Mahkemesince HMK’nın 355. maddesi gereğince kamu düzenine aykırı olan bu durumu resen göz önünde bulundurularak değerlendirme yapılması gerektiği- Tapu kayıtlarına göre dava konusu taşınmazda asıl davada davacının 1/2 oranında paylı malik olduğu, taşınmazın kalan 1/2 kısmında ise asıl davada davacı ve birleşen dava dosyasındaki davacılar ile dava dışı maliklerin elbirliğiyle malik oldukları, dava konusu taşınmazın ise tamamının elbirliği mülkiyetine tabi olduğu, asıl ve birleşen davadaki davacılar dışında taşınmazın dava dışı ortaklarının da bulunduğu, İlk Derece Mahkemesince 2942 sayılı Kanun'un 14/3. maddesine aykırı şekilde verilen ve Bölge Adliye Mahkemesince eleştirilmekle yetinilen kararda, birleşen davanın dava şartı yokluğundan usulden reddine dair kararın yanı sıra, asıl davanın davacının taşınmaza ilişkin talebi yönünden, davacıların taşınmaza ilişkin talebi yönünden usulden reddine, davacının ecrimisil talebinin reddine de karar verildiğinin görüldüğü, Özel Daire bozma kararında ise, sadece birleştirilen davanın usulden reddine karar verilmesinin doğru görülmediğinin belirtilmesi, asıl davada reddedilen hususlara bozma kararında değinilmemesi dikkate alındığında, birleştirilen dava ile birlikte, asıl davada davacının taşınmaza ilişkin talebi yönünden, yine asıl davada davacıların taşınmaza ilişkin talebi yönünden ve davacının ecrimisil talebi yönünden de işin esası hakkında inceleme yapılarak sonucuna göre karar verilmesi gerektiği- "2942 sayılı Kanun'un 14/3. maddesinin kamu düzenine ilişkin bir hüküm olmadığı, taleple bağlılık ilkesi gereğince İlk Derece Mahkemesi kararını istinaf etmeyen tarafın lehine bozma kararı verilmesinin mümkün olmadığı, bu nedenle direnme kararının usul ve yasaya uygun olduğu ve onanması gerektiği" görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüşün Kurul Çoğunluğu tarafından benimsenmediği-
Davacı şirketin sözleşme ilişkisi içerisinde bulunduğu dava dışı şirketten talepte bulunabileceği-
Uyuşmazlığa konu davanın 1086 sayılı Kanun'un yürürlükte olduğu dönemde açıldığı, tahkikat aşamasına geçildiği gözetilerek bu aşamada 6100 sayılı Kanun'un 324. maddesi uyarınca sadece "delil avansı" istenebileceği, delil avansının, o delille iddiasını ispatlayacak tarafça yatırılması gerektiği, ancak ilgilisinin bu gerekliliği yerine getirmemesi hâlinde, diğer tarafın da delil avansını yatırabileceği, delil avansı yargılamada gerek davacı gerekse davalı tarafından tamamlanabilecek bir masraf kalemi olduğundan, yalnızca davacılardan eksikliğin tamamlanmasının istenilmesinin davalı tarafın davayı takip hakkını engellemekte olduğu, kaldı ki paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davalarının "çift taraflı dava teorisi" uyarınca iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardan olduğu, anılan hususların tamamı gözden kaçırılarak Mahkemece verilen kesin süre içerisinde gider avansının yatırılmadığı gerekçesiyle yazılı olduğu şekilde davanın usulden reddine karar verilmesi doğru görülmediği-
Davacı yüklenici şirket vekilinin açıklama dilekçesinde, direnme kararı verilmesini talep ettiği beyan dilekçesinde ve temyize cevap dilekçesinde; ek sözleşmenin bir suretini gergin ve tartışmalı ortamın etkisiyle stresle ve bir anlık dalgınlık sonucu dikkatsizlik eseri ihtirazı kayıt koymaksızın itirazsız imzaladığını ifade ettiği, oysa davacı taraf sözleşme konusu işi üstlenen yüklenici olarak basiretli tacir gibi hareket etmekle yükümlü olduğu gibi davacının müzayaka hâlinden ve davalı iş sahibinin davacının zor durumda kalmasından, düşüncesizliğinden ve tecrübesizliğinden bilerek yararlanmış olmasından bir başka ifadeyle davacının iradesinin fesada uğratıldığından da söz edilemeyeceği, edimler arasında açık bir nispetsizlik bulunmadığı da gözetildiğinde somut olayda aşırı yararlanmanın (gabinin) koşulları gerçekleşmediği, bu durumda mahkemece aynı tarihli olan ve davacı yüklenici tarafından itirazsız imzalanan ek sözleşmenin (sulhnamenin) geçerli olduğu kabul edilerek bu ek sözleşmeye (sulhnameye) itibar edilmek suretiyle davanın tümden reddine karar verilmesi gerektiği-
Dava konusunun, müteveffa davacı mirasçılarının haklarını etkileyecek nitelikte ve miras yoluyla intikali mümkün bir malvarlığına ilişkin hakkın kapsamı içerisinde olması nazara alındığında; davacının yargılama sırasında vefatı üzerine mirasçıları davadan haberdar edilip taraf teşkili sağlanmadan esas hakkında karar verilemeyeceği- Dava konusunun dava sırasında el değiştirdiği bütün hâllerde uygulanacağı cihetle mahkemece dava konusunun devri yönünden de bir değerlendirme yapılması gerektiği-