Fesih için haklı sebepleri bulunduğunu iddia eden bir işçinin, muhtemel fesih tarihinden sonraki işsizlik sürecini ve geçim koşullarını nazara alarak, fesihten önce başka bir işe başvurmuş olması ve bu başvurusunun kabul edilmesinden sonra, iş sözleşmesini feshetmesinin, işverenden kaynaklanan haklı fesih olgusunu ortadan kaldırmayacağı gibi bu feshin kötüniyetli olduğu sonucunu da doğurmayacağı- Fesih iradesinin doğduğu anda değil de sonradan açıklanmasının, makul kabul edilebilir insanî kaygılardan kaynaklı olduğundan ve işvereni zarara uğratma kastı da bulunmadığından, hakkın kötüye kullanılması olarak nitelendirilemeyeceği- Haklı fesih sonucunu doğuran nedenler işverenden sadır olup, davacı işçilerce bu hak fiilen yeni işe başlanılmasından evvel kullanıldığı gibi fesihten önce iş başvurusu yapılıp kabul edilmesinden sonra kullanılmasının da makul kabul edilebilir insani kaygılardan kaynaklı olduğu anlaşıldığından, bu hakkın dürüstlük kuralına aykırı kullanıldığının kabul edilmesinin hakkaniyet ve adalet ilkesi ile de bağdaşmayacağı-
Davacının duruşmada bildirdiği adres “Bilinen son adres” olduğuna göre, kararın bu adres yerine, mernis adresine Tebligat Kanunu'nun 21/2. maddesine göre tebliğinin usulsüz olduğu ve kesinleştirme işlemi geçersiz olduğundan, davacının temyiz talebinin süresinde olduğu- Anlaşmalı boşanmaya ilişkin kararın dokuz yıl gibi uzun bir süre geçtikten sonra davalı tarafından tebliğe çıkarılmasının dürüstlük kuralına aykırı ve "hakkın kötüye kullanılması" niteliğinde olduğu-
Önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz, paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa; satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanmasının dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı, kötüniyet iddiasının davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi; mahkemece kendiliğinden de nazara alınması gerekip, bu gibi halde; savunmanın genişletilmesinin söz konusu olmadığı, eylemli paylaşmanın varlığı halinde davanın reddi gerektiği-
Mahkemece öncelikle; rehine konu banka işleminin getirilmesi, bu rehin kaydına göre davacının ne kadar borcunun kaldığının tespiti, rehnin ve bankaca bildirilen borcun kaynağının araştırılması, rehin hakkı sahibi banka ile poliçeyi düzenleyen acentenin aynı olması, rehin alacaklısı bankanın rehne konu alacağına kavuşmak için sigorta bedelini tahsil amacı ile icra takibine giriştiğini veya dava açıldığını bildirilmemesi, davacı tarafça sunulan kredi geri ödeme planına göre de davacının bankaya olan kredi borcunun (ödemelerin devam etmesi düşünüldüğünde ve banka tarafından ödenmeyen taksitler için icra takibi başlattığına dair bilgi bulunmadığı gözetildiğinde) yargılama sırasında bittiği gözetilerek, davalı ... şirketi ile dava dışı bankanın aynı iştirak grubu içinde yer alıp almadığı, aralarında organik bağın olup olmadığı da araştırılarak araç maliki tarafından araç hasarının tazmini amacı ile açılan davaya da rehin alacaklı banka tarafından geçersiz olacak şekilde muvafakat etmesinin TMK'nın 2. maddesi çerçevesinde irdelenmesi, ondan sonra işin esasına girilerek karar verilmesi gerekeceği-
Avukatın vekâleten takip etmekte olduğu bir davada; taraflara oranla üçüncü kişi konumunda olduğundan görevi nedeniyle öğrendiği hususlar dışında, tanıklık etmek zorunda olup, tanık olarak dinlenilmesinde de yasal engel bulunmadığı, diğer tanıklar gibi HMK 240 vd gereğince dinlenilmesi gerektiği, aksi durumda; hukuki dinlenilme ve adil yargılanma hakkının ihlal edilip, savunma hakkı kısıtlanacağından davacı tanığı dinlenilip tüm deliller birlikte değerlendirilerek bir karar verilmesi gerektiği- "Avukatlık görevini bıraktıktan sonra tanık olarak dinlenilmesi gerektiği, aynı davada vekillik ve tanıklık görevlerinin bağdaşmayacağı, hukuk davalarında vekillerin yargılamanın tüm safhalarında aktif olarak taraf adına gerek usuli gerekse esasa ilişkin bütün işlemleri yürüttükleri, davada taraf olmayan kişilerin tanık olarak gösterilmesi gerektiği, diğer tanıkların dinlenilmesi aşamasında vekillerin hazır bulundukları da düşünüldüğünde tarafın aynı zamanda vekili olan tanığın dinlenilmesinin hak kaybına da neden olacağı" şeklindeki görüşün HGK çoğunluğunca kabul edilmediği-
Davacının yabancı uyruklu olmasından dolayı satın aldığı aracın davalı adına tescil edildiği, bu hususta taraflar arasında sözleşme akdedildiği, ancak iade istemine rağmen davalı tarafça aracın devrinin yapılmadığı belirtilerek, araç için ödenen bedelin iadesi talebine ilişkin davada; inanç ilişkisinin ancak yazılı delil ya da yazılı delil başlangıcı bulunması halinde, tanık dahil her türlü delil ile kanıtlanabileceği, davacı tarafça dayanılan banka havale dekontlarından, yapılan havalenin araç alımı nedeniyle gönderildiğine dair bir kayıt olmadığından bu banka havale dekontlarının yazılı delil başlangıcı olarak kabulüne olanak olmadığı belirtilerek, davanın reddine karar verilmiş olsa da; davacı tarafın sunduğu banka dokümanlarından, açıklamalı bir kısım havaleler yapıldığı ve yine dava konusu aracın alımına dair ilgili şirket tarafından fatura düzenlendiğinin anlaşıldığı, davacı tarafından yapılan havale işlemi ile dava konusu aracın alındığı bayinin kestiği fatura tarihleri göz önüne alındığında; Tofaş-Fiat yetkili bayii olan şirkete, dava konusu araca ilişkin ödemelerin kimin tarafından, hangi hesaptan ve hangi tarihte yapıldığı sorularak, davacıya ait İngilizce banka doküman metinlerinin de usulüne uygun olarak tercüme ettirilip, ilgili şirket adına ödeme yapılıp yapılmadığının araştırılıp, sonucuna göre karar verilmesi gerektiği-
Davacı yaralanmadığına ve dava dışı başka bir araca veya kişiye çarparak zarar verilmediğine göre; araç sürücüsünün korku, kaygı ya da panik yaşamasını gerektirir bir durumun varlığından da söz edilemeyeceği- Sürücünün yaralanmadığı da göz önüne alındığında, değerli eşyanın güvenli bir yere taşınmasının, zorunlu hal olmadığı- Zararın poliçe teminatı kapsamında kaldığını davacı sigortalının ispatlaması gerektiği-
5510 sayılı Yasa'nın 56/2.fıkrası uyarınca boşandığı eşi ile birlikte yaşadığının tespit edilmesi nedeni ile ölüm aylığının kesilmesine ilişkin davalı Kurum işleminin iptali istemine ilişkin davada 5510 sayılı yasanın 56. maddesinde boşanma amacına-saikine yönelik herhangi bir düzenlemeye yer verilmediğinden; gerek kurumca, gerekse yargı organlarınca uygulama yapılırken eşlerin boşanma iradelerinin gerçekliğinin veyahut samimiliğinin araştırılıp ortaya konulmasının söz konusu olmaması gerektiği- Boşanmanın muvazaalı olup olmadığına ilişkin herhangi bir araştırma, irdeleme ve boşanma yönündeki kesinleşmiş yargı kararının geçerliliğinin sorgulamasının yapılmaması gerektiği- Kesinleşmiş yargı organının verdiği karara dayanan “boşanma” hukuki durum ve sonucunun eşlerin gerçek iradelerine dayanıp dayanmadığının araştırılmasının bir başka organın yetki ve görevi içerisinde yer almadığı- Boşanma tarihi itibariyle gerçek-samimi boşanma iradelerine sahip olan veya olmayan tüm eşlerin, maddenin yürürlük tarihi olan 01.10.2008'den itibaren her ne sebeple olursa olsun eylemli olarak birlikte yaşadıklarının saptanması durumunda gelirin-aylığın kesilmesi zorunluluğu bulunduğu- Gelirin-aylığın kesilme tarihi ile kurumun geri alım (istirdat) hakkı hususunda ise eylemli birlikte yaşama olgusunun gerçekleşme-başlama tarihi esas alınarak bu tarih itibarıyla gelir-aylık kesme veya iptal işlemi tesis edilip ilgiliye, anılan tarihten itibaren yapılan ödemelerin yasal dayanaktan yoksun-yersiz olduğunun kabul edilmesi gerektiği- Madde 01.10.2008 günü yürürlüğe girdiği için eylemli birliktelik daha önce başlamış olsa dahi maddenin yürürlük günü öncesine gidilmemesi, başka bir anlatımla 01.10.2008 tarihi öncesine ilişkin borç tahakkukunun söz konusu olmaması gerektiği- Birden fazla evlilik ve doğal olarak birden fazla boşanmanın gerçekleşmiş olması durumunda, boşanılan herhangi bir eşle eylemli olarak birlikte yaşama durumunda da işbu madde hükmünün uygulanacağı- Herhangi bir kapsamda genel sağlık sigortalısı veya genel sağlık sigortalısının bakmakla yükümlü olduğu kişi kapsamında sağlık yardımlarından yararlanma hakkı bulunmayan kişiler 5510 sayılı Kanunun 60.maddesinin birinci fıkrasının (g) bendi kapsamında genel sağlık sigortalısı olarak tescil edilmekte olup, anılan kapsamda tescil edilen bu kişilerin tescil tarihinden itibaren yerleşim yerlerinin bulunduğu yerdeki Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarına müracaat ederek gelir testi yaptırmaları gerektiği- 5510 sayılı Kanunun 60/1-g bendi ile artık herkesin genel sağlık sigortası kapsamına alındığı ve her durumda sağlık hizmeti alabileceğini düşünmenin hatalı olduğu- Koşulları taşımayan kişinin sağlık hizmeti alamayacağı ve koşulları Kurum sağlayabilirdi mantığıyla (davacının 67. madde kapsamında gelir testine tabi tutulmasıyla oluşacak ihtilafa konu dönemdeki prim borçlarının Kurum tarafından tahsilinin mümkün olması) Kurum’un yersiz tedavi giderlerini tahsil imkanının engellenmesinin hem sosyal güvenlik sistemini aksatacak bir durum olup hem de yasa koyucunun amacını aşar mahiyette olduğu-
Sözleşmenin imzalandığı tarihte fiil ehliyeti bulunmayan murisin tam ehliyetli kişilerin dahi her zaman yararlanma olanağı bulamadıkları banka kredisinden yararlanarak bir menfaat elde ettiği ve davacı bankanın ödeme talebine kadar tam ehliyetli biri gibi hareket edebilen murisin borcun ifası istendiğinde ehliyetsizliğini ileri sürerek ifadan kaçınmasının hakkın kötüye kullanılması olduğunun kabulü gerektiği- Hacir altındaki kişinin karşı tarafın aleyhine olacak şekilde kendi mal varlığında meydana gelen sebepsiz zenginleşme oranında sorumlu olacağı- Sebepsiz zenginleşme hükümleri gözetildiğinde zenginleşenin iade borcunun doğması bakımından fiil ehliyetinden yoksun olmanın sonuca etkili olmadığı-
Davacı tarafından, dava konusu vincin boom silindiri üzerinde iki ayrı şirkete yaptırılan inceleme neticesinde çatlak tespit edilememiş ise de; mahkemece yargılama safhasında alınan bilirkişi raporunda iki ayrı ultrason cihazıyla yapılan ölçümler sonucunda, hidrolik silindirin dava konusu olan piston rodunun bulunduğu yerde bir çatlaklık veya kırılma olduğu, sinyal ölçülerine bakıldığında en az 10 mm üzerinde bir çatlaklık bulunduğu, mevcut verilerle çatlağın derinlik ve genişliği net olarak ölçümü yapılamadığı için vincin liman işletmeleri içerisinde çalıştırılmasında güvenlik açısından bir sorun teşkil edip etmeyeceği, hangi sürede vincin çalışmasında arızalara sebebiyet verebileceği öngörülemediğinin tespit edildiği, bu hâliyle, bilirkişi raporundaki tespitler ile davalı şirket tarafından yapılan ve haksız rekabete konu yazıda yer alan tespitler uyumlu olup, TTK’nin 55. maddesinde belirtilen haksız rekabet fiilinin gerçekleşmediği, yani bilirkişilerce dava konusu vincin boom silindiri üzerinde çatlak olduğunun tespit edilmesi karşısında davalılar tarafından davacının iş yaptığı şirkete güvenlik uyarısında bulunulmasının davacının kişiliğini, emtiasını, iş mahsulünü, faaliyetini yahut ticari işlerini yanlış, yanıltıcı veya lüzumsuz beyanlarla kötüleme olarak nitelendirilmesinin mümkün olmadığı, bu itibarla; davalıların beyanının yanlış olmadığı tespit edilmekle birlikte, bu beyanın yanıltıcı veya lüzumsuz olmadığının da anlaşıldığı, zira, davalıların üretici ve servis hizmeti veren konumları, davacının merhunun değerinin muhafazası için gerekli ihtimamı göstermekle yükümlü olması, davalıların da bu muhafaza ve uygun çalıştırma yükümlülüğüne uyulmasını temin için liman güvenliğini tehdit eder durum belirlediklerinde, ileride doğabilecek sorumluluklarını da nazara alarak, durumu önceden şirkete bildirme, uyarma ve dava konusu vincin ticari itibarını da koruma durumunda oldukları hususları da gözetildiğinde davaya konu yazının haksız rekabet oluşturmadığı, o hâlde; davalıların eyleminin haksız rekabet teşkil etmeyeceği gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerektiği-