İş Sözleşmesini Satıcılık Sözleşmesinden Ayıran Bağımlılık Unsuru:

Taraflar arasındaki hukuki ilişkide, iş sözleşmesini karakterize edici bağımlılık unsurunun mevcut olmadığı; sözleşme konusu ticari faaliyetin risklerinin de davacıya ait olup, özellikle sözleşme konusu işin, faaliyetin yapılması yetkisinin, pazarlama ağına giren bu kişilere bırakılarak şirketin bu hususta bizzat satış yetkisi ile toptancı, perakendeci gibi başkaca aracılara işin verilmesi yetkisinin dahi kaldırılmış olması nedeniyle taraflar arasındaki hukuki ilişkinin iş sözleşmesine dayanmadığı satıcılık sözleşmesi kaynaklı olduğundan hizmet tespitine ilişkin davanın reddinin gerektiği-

Taraflar arasındaki  “hizmet tespiti” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 16. İş Mahkemesince  davanın reddine dair verilen   02.06.2011 gün ve 2009/232 E., 2011/379 K. sayılı kararın temyizen incelenmesi taraf vekilleri tarafından temyizen istenilmesi üzerine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 01.07.2013 gün ve 2011/12898 E.,  2013/14783 K. sayılı kararıyla;  “…Dosyadaki yazılara, toplanan delillere ve hükmün dayandığı gerektirici sebeplere göre; davalı işverenlerin avukatlarının temyiz itirazlarının reddi gerekir.

Davacının avukatının temyiz itirazlarına gelince;

Davanın yasal dayanağı 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun geçiş hükümlerini içeren aynı yasanın Geçici 7. maddesi hükmü karşısında, 506 sayılı Kanunun 79/10. maddesidir.

İş kazalarıyla meslek hastalıkları, hastalık, analık, malullük, yaşlılık ve ölüm hallerinde, bu Kanunda yazılı koşullar altında, sigortalılar ile bunların eş, çocuk ve hak sahiplerine sosyal sigorta yardımları sağlanması amacıyla kabul edilip yürürlüğe giren 17.07.1964 gün ve 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 2. maddesinde genel bir tanım yapılarak, bir hizmet akdine dayanarak bir veya birkaç işveren tarafından çalıştırılanların bu Kanuna göre “sigortalı” sayılacağı belirtildikten sonra, 3. maddesinde, kimlerin bu Kanunun uygulanmasında sigortalı sayılmayacakları ve hangi kişiler hakkında da bazı sigorta kollarının uygulanmayacağı açıklanmıştır. 5. maddesinde ise; “işyeri”, bu kanunun uygulanmasında, 2. maddede belirtilen sigortalıların işlerini yaptıkları yerler olarak tanımlanmıştır. Buna göre, genel olarak sigortalı sayılmanın koşullan; hizmet akdine göre çalışma, sözleşmede öngörülen edimin (hizmetin) işverene ait işyerinde veya işyerinden sayılan yerlerde görülmesi, 3. maddede belirtilen “sigortalı sayılmayan” kişilerden olunmaması şeklinde sıralanabilir. Söz konusu Kanunda “hizmet akdi” tarifine yer verilmemiş ise de; gerek, 4857 sayılı İş Kanununun 8. maddesinde, iş sözleşmesi (hizmet akdi) tanımlanmış ve gerek Borçlar Kanununun 313 - 354. maddelerinde bu konuda düzenleme yapılmıştır. Borçlar Kanununda, anılan sözleşme, “Hizmet akdi bir mukaveledir ki onunla işçi, muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeği taahhüt eder.” şeklinde tanımlanmış, aksine hüküm bulunmadıkça, hizmet akdinin özel şekle tabi olmadığı belirtilmiş, ücretin, zaman itibariyle olmayıp yapılan işe göre verilmesi durumunda da işçinin belirli veya belirsiz bir zaman için alınmış veya çalışmış olduğu sürece akdin “parça üzerine hizmet” veya “götürü hizmet” adı altında varlığını koruduğu açıklanmıştır. Belirtilmelidir ki, “ücret” unsuruna tanımda ve iş sahibinin borçlan açıklanırken yer verilmesine karşın, 506 sayılı Kanunun sistematiği ve takip eden diğer maddelerin düzenleniş şekline göre, bu unsurun genel anlamda sigortalı niteliğini kazanabilmek için zorunlu olmadığının kabulü gerekir. Şu durumda, baskın olan bilimsel ve yargısal görüşlere göre; hizmet akdinin ayırt edici ve belirleyici özellikleri, “zaman” ile “bağımlılık” unsurlarıdır. Zaman unsuru, çalışanın iş gücünü bir süre içinde işveren veya vekilinin buyruğunda bulundurmasını kapsamaktadır ve anılan sürede buyruk ve denetim altında (bağımlılık) edim yerine getirilmektedir. Bağımlılık ise, her an ve durumda çalışanı denetleme veya buyruğuna göre edimini yaptırma olanağını işverene tanıyan, çalışanın edimi ile ilgili buyruklar dışında çalışma olanağı bulamayacağı nitelikte bir bağımlılıktır.

Açıklanan yasal düzenlemeler çerçevesinde dosyadaki bilgi ve belgelere göre eldeki davada; davaya konu tanıtım ve satış temsilciliği işinin türü, kapsamı ve niteliğine göre işverene bağımlı olarak belli bir zaman sürecinde yapıldığının anlaşılmış ve böylece hizmet akdinin var olduğunun belirgin bulunduğu gözardı edilerek, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde karar verilmiş olması, usul ve yasaya aykırı olduğu…’’ gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda;  mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davacı vekili ve davalı işverenler vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI    

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:    

Dava hizmet tespiti istemine ilişkindir.

Davacı vekili davalılara ait işyerinde Estetik Partner olarak çalışmakta iken, iş akdinin Mayıs 2006 tarihinde haksız ve bildirimsiz olarak fesholunduğunu ve davalı işverenin davacının çalışmalarını SGK’ya bildirmediğini belirterek müvekkilinin 26 Ocak 1996- Mayıs 2006 tarihleri arasında sigortalı olarak çalıştığının tespiti ile kurum kayıtlarının düzeltilmesine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı şirketler vekili davacı ile aralarında hizmet sözleşmesinin olmadığını, aralarındaki ilişkinin doğrudan satış sistemi doğrultusunda tüketicinin korunması mevzuatı kapsamında gerçekleştiğini bu nedenle davacının işçi sıfatı bulunmadığını belirterek davanın reddini istemiştir.

Davalı SGK vekili davanın reddini savunmuştur..

Mahkemece taraflar arasındaki hukuki ilişki, 08.03.1995 tarih ve 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanunun 8. maddesinde belirtilen kapıdan satış niteliğindedir. Tip sözleşmenin 8. maddesinde "şirketin sözleşme konusu ürünleri bizzat satışa sunmayacağı...", 9. maddesinde ise "şirket ürünlerini toplantı alma yolu ile satış yönetimiyle Estetik Partnerler aracılığı ile Estetik Partnerlerin bu toplantılarda alacakları siparişlere uygun olarak satacaktır" hükümleri yer almaktadır. Hüküm gereğince, davacı tarafından randevu usulü ile alıcıların mekânlarında toplantı yapmak ve alıcılara yönelik benzeri satış girişimlerde bulunmak, davalı işverenlerin emir ve talimatlarını almadan, kendi yöntem ve tanıtım kabiliyeti çerçevesinde, satış gayreti içinde olarak, şirket adına aldığı siparişten prim almak suretiyle çalıştığı, günlük, haftalık ve aylık belirli bir çalışma saati olmadan ve sabit bir ücret almadan çalıştığı anlaşılmıştır. 4077 Sayılı Yasaya tabi olan Estetik Partner olarak çalışan davacının, davalı şirket ile olan hukuki ilişkisi satıcılık sözleşmesi olup, hizmet akdi olarak değerlendirilemez gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. 

Davacı vekili ve davalı şirketler vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece davalı işverenler vekilinin temyiz itirazlarının reddine, davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün yukarda açıklanan nedenlerle bozulmasına karar verilmiştir.

Mahkemece önceki gerekçe tekrarlanmak ve bir sözleşmenin hizmet akdi olarak kabul edilmesi için gerekli unsurlar açıklanmak suretiyle önceki kararda direnilmiş; direnme hükmünü taraf vekilleri temyiz etmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık davacı ile davalı işveren arasındaki hukuki ilişkinin niteliğinin 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanunun 8. maddesinde tanımlanan kapıdan satış sözleşmesi mi, yoksa 818 sayılı Borçlar Kanunun 313-354. maddeleri arasında düzenlenen hizmet akdi mi olduğu noktasında toplanmaktadır.

I-Davalı  işverenler vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesinde;

Davalı işverenler vekili, kararı temyizinden sonra 03.04.2014 havale tarihli dilekçesi ile temyizden feragat ettiğini bildirdiğinden ve vekâletnamesinde feragata yetkisi de bulunduğundan vaki feragat nedeniyle temyiz isteminin reddi gerekmiştir.

II-Davacı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine gelince;

Davacının çalıştığı dönemde yürürlükte olan 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunun 2. maddesine göre, bu kanun anlamında sigortalı olarak çalışabilmenin temel koşulu iş sözleşmesine dayalı çalışmanın bulunmasıdır. Bu anlamda bir sözleşme iş sözleşmesi olarak kabul edilmediğinde 506 sayılı Kanun anlamında sigortalıktan da söz edilemeyecektir.Uyuşmazlığın çözümünün taraflar arasındaki ilişkinin hukuki niteliğinin tespitine bağlı olduğu açıktır. Bunun için de yürürlükte olan mevzuatın incelenmesi gerekmektedir.

Bilindiği üzere 1475 sayılı İş Kanununda iş sözleşmesinin tanımı yapılmamıştır. Ancak Kanunun 1. maddesinde işçi “hizmet akdine dayanarak çalışan kişi” olarak tanımlanmıştır. Buna karşılık 818 sayılı Borçlar Kanunun 313. maddesinde “Hizmet akdi, bir mukaveledir ki onunla işçi, muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeği taahhüt eder.” şeklinde tanımı yapılmıştır. 4857 sayılı İş Kanunu'nun 8. maddesinin birinci fıkrasında ise  “İş sözleşmesi, bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmedir. İş sözleşmesi, Kanunda aksi belirtmilmedikçe, özel bir şekle tabi değildir" şeklinde tanımlanmıştır. Bu düzenlemeden de anlaşıldığı üzere ücret, iş görme (emek) ve bağımlılık iş sözleşmesinin belirleyici unsurlarıdır.

Buna göre, iş sözleşmesi bir yanda işçinin iş görme borcunu, öte yanda işverenin ücret ödeme borcunu ihtiva eden; taraflardan her birinin öteki tarafın edimine karşı borç yüklendiği iki taraflı bir sözleşmedir. Bu borç ilişkisi aynı zamanda sürekli niteliğe sahiptir. Zira iş sözleşmesinde işin yapılması ve bunun karşılığında ücret ödenmesi, süreklilik arz eden bir zaman dilimi içinde gerçekleşmektedir. Burada zaman diliminin belirli ya da belirsiz olmasının önemi yoktur. Bu nedenle işçi ve işveren, kısa süre bile olsa sürekli bir sözleşme ile bağlı olmakta; işçinin ve işverenin edimleri devamlılık göstermektedir. İş sözleşmesinin sürekliliği taraflar arasında ister istemez iş sözleşmesinin ve işçilik niteliğinin en belirleyici ve iş sözleşmesini diğer iş görme sözleşmelerinden ayırt edici unsurun ortaya çıkmasına yol açmıştır. 4857 sayılı İş Kanunla da kabul edilen bu unsur işçinin işverene bağımlılığıdır. Bağımlılık “ekonomik” ve “kişisel” bağımlılık olarak ikiye ayrılmaktadır. Günümüzde artık ekonomik bağımlılığın işçi açısından önemini yitirmesi nedeniyle buradaki bağımlılığın ekonomik bağımlılık değil işçinin işverene kişisel bağımlılığı olduğu kabul edilmelidir (GÜZEL. A.: Fabrikadan İnternete İşçi Kavramı ve Özellikle Hizmet Sözleşmesinin Bağımlılık Unsuru Üzerine Bir Deneme, Prof. Dr. Kemal Oğuzman’a Armağan, Ankara 1997, s. 91). Kişisel bağımlılık kavramı ile anlatılmak istenen işverenin iş görülmesi sürecinde işçinin çalışma şekli, yeri, zamanı ve işyerindeki davranışlarını düzenleyen talimatlar verebilmesidir (SÜZEK, S.:İş Hukuku, İstanbul 2016, 249-256) Bir başka ifadeyle iş sözleşmesinde bağımlılık unsurunun içeriğini; işçinin işverenin talimatlarına göre hareket etmesi ve iş sürecinin ve sonuçlarının işveren tarafından denetlenmesi oluşturmaktadır. 

Yukarıda da değinildiği üzere, iş sözleşmesini diğer iş görme sözleşmelerinden ayırt etmeye yarayan en önemli ölçüt bağımlılık unsurunun bulunup bulunmadığıdır. Çünkü bağımlılık unsuru ne eser ne de vekâlet sözleşmesinde bulunmamaktadır. Zira bu iş görme sözleşmelerinde işverenin verdiği talimatlar genellikle edim sonucuna yönelik olup taraflar sözleşmenin yapılmasından sonra bağımsız bir ilişki içindedirler ve önemli olan işin bitirilmesidir. Bu süreç içinde çalışan kişiler, çalışma şekli ve sürelerini iş sahibinden bağımsız olarak kendileri belirlemektedir. Oysa ki iş sözleşmesinde işçi işin bitip bitmemesinden sorumlu tutulmaksızın doğrudan işverenin emir ve talimatı doğrultusunda çalışmak zorundadır. Çalışma saatlerinin düzenlenmesi, yapılacak işin yöntemi işverenin tek taraflı iradesi ile belirlenir. İşçi çalışma yöntemini seçmekte serbest olmadığı gibi dilediği yerde ve zamanda çalışmakta da serbest değildir. Yukarıda da ifade edildiği üzere işveren vereceği talimatlar ile işçinin edimini ve bu edimin yerine getirilme sürecini organize ettiği için işçi işverene bağımlı olarak çalışmak zorundadır.

Ancak günümüzde yeni teknolojilere dayalı istihdamın yaygınlık kazanması ve düzensiz ya da atipik istihdamın artması bağımlılık unsurunun bulunup bulunmadığının tespitini güçleştirmektedir. Geleneksel anlamı yetersiz kalan hukuki/kişisel bağımlılığı tanımlamak için işçinin işverene ait iş veya hizmet organizasyonu içinde yer alıp almadığı; çalışma saatlerinin kesin veya esnek biçimde belirlenmiş olması, işin yapılacağı yerin açık veya genel olarak belirlenmiş olması, iş araçlarının dokümantasyonunun sağlanmış olması gibi ek ölçütlerin getirilmesi zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Ancak burada hemen belirtmek gerekir ki, işverenin organizasyonunda yer alsa bile kendisine ait müşterisi olan karar verme özgürlüğü olan, kendi işletmesinin riskini taşıyan kişiler işveren ile sürekli ilişki içinde bulunsalar bile iş sözleşmesine göre çalışmazlar (SÜZEK, s. 253).

Konunun aydınlanması bakımından doğrudan satıştan da söz edilmesi faydalı olacaktır. Doğrudan satış (kapıdan satış)  mevzuatımıza 08.03.1995 tarihinde yürürlüğe giren 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun ile girmiştir. Adı geçen Kanunun 8. Maddesinde “kapıdan satış, işyeri fuar panayır gibi satış mekânları dışında yapılan satış” olarak tanımlanmıştır.

Doğrudan satış firmalarının ürünlerinin satışını yapan kişiler pazarladıkları ürünlerin tanıtımını satış yapacakları kişi ve kişilerle önceden mutabık kalındığı bir zaman ve yerde bire bir tanıtarak satış yaparlar. Bu satış sisteminde çalışan kişiler belirli bir mesaiye bağlı olmaksızın ve faaliyette bulunacakları yer ve zaman konusunda işverenden hiçbir talimat almayan, sattıkları ürün üzerinden belirli kazanç elde eden kişi durumundadırlar. Kaldı ki 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunun da işçilerden ücret dilimlerine göre değişen oranlarda kesinti yapılacağı belirtildiği halde aynı Kanunun 9.  maddesinin 1. bendinde doğrudan satış yapanlar esnaf kabul edilerek gelir vergisinden muaf tutulmuşlar ve Kanunun vergi tevfikatı ve muhtasar beyanname başlıklı 94. maddesinin 10/b bendinde, 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanuna göre gerçek ve tüzel kişilerin mallarını iş akdi ile bağlı olmaksızın bunlar adına kapı kapı dolaşmak suretiyle tüketiciye satanlara bu faaliyetleriyle ilgili olarak yapılan komisyon, prim ve benzeri ödemelerden  % 25 vergi tevkifatı yapılacağı öngörülmüştür. Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde bu özellikler taşıyan bir çalışmanın “bağımsız çalışma” olduğu kabul edilmelidir. 

Tüm bu açıklamalar kapsamında somut olaya bakıldığında  davacı, davalı şirket ile akdetmiş olduğu “Tanıtım ve Satış Temsilciliği Sözleşmesi” uyarınca temsil yetkisine dayanarak cilt bakım ürünlerinin satışına aracılık etmektedir. Bu pazarlama faaliyeti bakımından estetik partnerler tek yetkili olup şirketin böyle bir yetkisinin bulunmadığı, aksine şirketin bu ürünleri bizzat/ doğrudan satmasının yasaklandığı ve toptancı, perakendeciye dahi ürünleri, pazarlamak üzere veremeyeceği açıkça hüküm altına alınmıştır. Bu tür bir sınırlama işçinin işverene kişisel açıdan bağımlılığının söz konusu olduğu iş ilişkisine yabancı olup işverenin işçiye karşı böyle bir taahhütte bulunması söz konusu olmaz. Öte yandan davacı, banka hesabına davalı tarafça yapılan ödemelerin maaş olarak adlandırılmasından yola çıkarak aralarında iş sözleşmesi bulunduğunu ileri sürmüş ise de tarafların bu ödemeye verdikleri isim niteleme bakımından bağlayıcılık taşımamaktadır. Keza, pazarlanan ürünün muhatap potansiyel müşteriye tanıtımının yapılması zaten işin niteliği gereği olup taraflar arasındaki sözleşme bu sebeple “Tanıtım ve Satış Temsilciliği Sözleşmesi” olarak akdedilmiştir. Dolayısıyla işin niteliği gereği yapılan tanıtımın işveren adına yapıldığından bahisle buradan taraflar arasında bağımlı bir çalışma yapıldığı sonucuna varılamaz. Zira burada yapılan tanıtım satış temsilciliğinin bir unsurudur. 

Keza, davalı şirketin ürünlerin satışını ve kârını arttırabilmek amacıyla dağıtım davacı ve diğer aracıları teşvik edici ve motivasyon amaçlı uygulamalarda bulunması ve gerektiğinde yeni satış ve pazarlama teknikleri ile ilgili seminer vs. yollarla bilgilendirmede bulunması da tabiidir. Dolayısıyla söz konusu pazarlama faaliyeti karşılığında davacıya komisyon ödenmesi, zaman zaman teşvik amaçlı ödüllerle bir rekabet ortamı içinde set birinciliği verilmesi gibi hususlardan dava konusu ilişkinin iş sözleşmesi olduğu sonucuna varılamaz. Aksine, davacının çalışma koşul ve süresini kendisinin belirlediği; davalı işverenin emir, talimat, denetimi ve gözetimi altında çalışmasının söz konusu olmadığı,  işin niteliği ve serbestinin de bir gereği olarak, gelir elde edip etmeme ya da bunun miktarının tamamen davacının kişisel ve sosyal ilişkilerinin yoğunluğuna, satış becerisine, ikna kabiliyetine ve tercihlerine bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Yine davacının da içinde yer aldığı sistem bir pazarlama ağı şeklinde olup gruplardan oluşmaktadır. Organizasyon  yapısından anlaşıldığı üzere bir üst kademede bulunan partner, sisteme kattığı gruptaki kişilerin satışlarından  ilgili koşullar gerçekleşmişse pay alabileceğinden o dönemde satış yapmasa da gruptaki kişiler yapmış ise kazanç sağlayabilecektir. Bu türde bir işleyişin iş ilişkisine yabancı olduğu açıktır. Bu tespitlere ve tüm dosya içeriğine göre, taraflar arasındaki hukuki ilişkide, iş sözleşmesini karakterize edici bağımlılık unsurunun mevcut olmadığı; sözleşme konusu ticari faaliyetin risklerinin de davacıya ait olduğu, özellikle sözleşme konusu işin, faaliyetin yapılması yetkisinin, pazarlama ağına giren bu kişilere bırakılarak şirketin bu hususta bizzat satış yetkisi ile toptancı, perakendeci gibi başkaca aracılara işin verilmesi yetkisinin dahi kaldırılmış olması nedeniyle taraflar arasındaki hukuki ilişkinin iş sözleşmesine dayanmadığı satıcılık sözleşmesi kaynaklı olduğu sonucuna varılmıştır.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, taraflar arasında imzalanan tip sözleşmenin iş sözleşmesi olduğu bu nedenle direnme kararının bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, yukarıda açıklanan gerekçelerle bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.

O halde, hizmet tespitine ilişkin davanın taraflar arasındaki sözleşmenin iş sözleşmesi olarak nitelendirilemeyeceği için davanın reddine ilişkin yerel mahkemece verilen direnme kararı yerinde olup onanmalıdır.

SONUÇ: Yukarıda (I) numaralı bentte açıklanan nedenle, davalı Tasfiye Halinde A.... Cilt Estetiği ve Sağlığı Ürünleri San ve Tic AŞ ve Tasfiye Halinde A... Çelik San ve Tic AŞ vekilinin temyiz isteminin feragat nedeniyle REDDİNE, istek halinde temyiz peşin harcın davalılara iadesine, (II) numaralı bentte açıklanan nedenle davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan gerekçelerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alınmış olduğundan başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 8/son maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 16.11.2016 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

HGK. 16.11.2016 T. E: 2014/10-1173, K: 1070