HGK kararı:
Kısa kararda hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanmaması, kanun yolu ve süresinin doğru bir şekilde belirtilmemesi, tarafları yanıltacak şekilde ifadeler kullanılması halinde usulüne uygun ve tam bir tefhimden söz edilemeyeceği ve bu durumda tefhim ile temyiz süresinin başlamayacağı-
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, kambiyo senetlerine özgü haciz yolu ile takibe başlanılmasından sonra alınan ihtiyati haciz kararının Adli Yargı Adalet Komisyonu kararı gereğince tevziye tabi tutulmasının gerekip gerekmediği ve takibe başlanılan icra dosyasında infazının istenilip istenemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşme sırasında işin esasının incelenmesine geçilmeden önce iki husus ön sorun olarak ele alınmıştır.
I-Bu ön sorunlardan ilki, mahkemece verilen şikâyetin reddine dair kararın 27.04.2018 tarihli duruşmada şikâyetçi vekilinin yüzüne karşı tefhim edilmesi, gerekçeli kararın 31.05.2018 tarihinde tebliğ edilmesi ve kararın 05.06.2018 tarihinde temyiz edilmesi karşısında, şikâyetçi vekilinin temyizinin süresinde olup olmadığı hususudur.
2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu (İİK)’nın 18. maddesinde icra mahkemesine arzedilen hususların ivedi işlerden sayılacağı ve bu işlerde basit yargılama usulünün uygulanacağı, 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 316/1. maddesi uyarınca kanunlarda açıkça belirtilen hâllerde, HMK’nın basit yargılama usulü ile ilgili hükümlerinin uygulanacağı düzenlemesi karşısında icra mahkemelerinde basit yargılama usulünün uygulanacağı açıktır.
Basit yargılama usulüne tabi yargılamalara ilişkin olarak 6100 sayılı HMK'nın “Hüküm” başlıklı 321. maddesinde aynen:
(1) Tahkikatın tamamlanmasından sonra, mahkeme tarafların son beyanlarını alır ve yargılamanın sona erdiğini bildirerek kararını tefhim eder. Taraflara beyanda bulunabilmeleri için ayrıca süre verilmez.
(2) Kararın tefhimi, mahkemece hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanması ile gerçekleşir. Ancak zorunlu hâllerde, hâkim bu durumun sebebini de tutanağa geçirmek suretiyle, sadece hüküm özetini tutanağa yazdırarak kararı tefhim edebilir. Bu durumda gerekçeli kararın en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkartılması gerekir.” hükmü düzenlenmiştir.
321. maddedeki “hükme ilişkin tüm hususlar” dan kastedilen HMK'nın 297. maddesindeki unsurlardır.
Buna göre; mahkeme, tahkikatın tamamlanmasından sonra, tarafların son beyanlarını almalı ve yargılamanın sona erdiğini bildirdikten sonra hükmü tefhim etmelidir. Kural olarak, mahkemece kararın tefhiminde hükme ilişkin tüm hususlar açıklanmalıdır.
HMK'nın 322. maddesi atfı ile uygulanmakta olan HMK'nın 297. maddesinde hükmün kapsamı açık bir şekilde düzenlenmiştir. Buna göre mahkeme gerekçesi ile birlikte tefhim ettiği hükümde taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, yargılama giderleri ile taraflardan alınan avansın harcanmayan kısmının iadesi, varsa kanun yolları ve süresini sıra numarası altında açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde göstermesi gereklidir. Bu kanunun getirdiği bir zorunluluktur. Ancak zorunlu hâllerde hâkim bu durumun sebebini de tutanağa geçirmek suretiyle sadece hüküm özetini tutanağa yazdırarak kararı tefhim edebilir. Bu durumda gerekçeli karar en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkartılmalıdır. Bir diğer deyişle HMK'nın 321. maddesinde belirtilen şekilde hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte tefhim edilemediği hâllerde gerekçeli kararın mutlaka taraflara tebliğ edilmesi gereklidir.
İİK’nın 02.03.2005 tarihli ve 5311 sayılı Kanunla değişmeden önceki 363. maddesine göre konkordato talebi üzerine verilecek mühlete karşı alacaklılar tarafından vukubulan itirazla konkordato talebinin muvafık olup olmadığına ve mühletin kaldırılmasına dair olan talebin kabul veya reddine ilişkin kararlarla bu Kanunda temyiz kabiliyeti kabul edilen kararları tefhim veya tebliğ tarihinden itibaren on gün içinde temyiz edilebilecektir. Maddedeki “tefhim” kavramının "hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklandığı hâl" olarak anlaşılması zorunludur. Bu nedenle yukarıda açıklanan nitelikte bir tefhim varsa temyiz süresi tefhim tarihinden itibaren, aksi hâlde gerekçeli kararın tebliğinden itibaren başlayacaktır.
Usul hukukunda yer almamakla birlikte uygulamada tefhimden sonra temyiz süre tutum dilekçesi veya kararın tebliğinden sonra gerekçeli temyiz dilekçesi sunulmak suretiyle kararın temyiz edildiği hâllerde kararın gerekçesini dikkate alarak yeni temyiz gerekçelerine dayanılması mümkün olduğundan gerekçeli kararın bu hâllerde de taraflara tebliği gerekir.
Nitekim Anayasa Mahkemesi de başvurucuya ilk derece mahkemesinin kararının gerekçesini bilerek ve bu gerekçeye karşı iddialarını sunacak şekilde temyiz başvuru yapma imkânı verilmeden ve gerekçeli karar tebliğ edilmeden Yargıtayca temyiz aşamasında onama kararı verilmesini hak ihlali olarak kabul etmiştir (Anayasa Mahkemesi, Vesim Parlak, B. No: 2012/1034, 20.03.2014).
Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında da, ilk derece mahkemelerinin kısa kararını usul hükümlerine uygun olarak tefhim etmesi, kanun yolu ve süresini doğru bir şekilde belirtmesi gerektiğine, ayrıca gerekçesiz verilen kısa kararda, temyiz süresinin, gerekçeli kararın tebliğ tarihinden itibaren başlaması gerektiğine ilişkin Kanun hükmü ve mahkemenin kanun yolunu ve süresini taraflara doğru gösterme yükümlülüğünün bulunduğuna, başvurucuların temyiz hakkını kullanmayı imkânsız kılacak ölçüde ve kanun hükümlerine olağanın dışında bir anlam verilemeyeceğine, başvurucuların mahkemeye erişim hakkının özünün zedelenemeyeceğine karar vermiştir (Anayasa Mahkemesi, Kommersan Kombassan Mermer Maden İşletmeleri Sanayi ve Ticaret A.Ş. ve diğerleri, B. No: 2013/7114, 20.01.2016).
Somut olayda mahkemece direnme kararının verildiği 27.04.2018 günlü oturumda davanın reddine karar verilmiştir. Kısa kararda “…yapılan yargılama sonunda, davacı vekilinin yüzüne karşı, hükmün tüm esaslı unsurları açıklanmadığından kararın taraflara tebliğinden -Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve Anayasa Mahkemesinin bu yöndeki kararlarına rağmen bazı istinaf dairelerinin tefhim yapılmış ise; gerekçe olmasa da istinaf süresinin tefhimden itibaren başlayacağına ilişkin görüşleri de dikkate alınarak süre tutum dilekçesi verilmesi hususunda takdir taraflara ait olmak üzere- itibaren 10 gün içinde Yargıtay ilgili hukuk dairesine gönderilmek üzere temyiz yolu açık olduğu” yazılmıştır.
Bunun üzerine mahkemece gerekçeli karar şikâyetçi vekiline 31.05.2018 tarihinde tebliğ edilmiş, şikâyetçi vekili tarafından 05.06.2018 tarihinde gerekçeli temyiz dilekçesi verilmiştir.
Yukarıda gösterilen kanuni düzenlemeler ve oluşturularak tefhim edilen kısa kararın usulüne uygun bir hüküm fıkrası sayılıp sayılmayacağı ve bunun açıklanmasının, temyiz süresini başlatacak nitelikte bir “tefhim” olup olmadığı değerlendirildiğinde; mahkemece kısa kararda hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanmadığı, kanun yolu ve süresinin doğru bir şekilde belirtilmediği, tarafları yanıltacak şekilde ifadeler kullanıldığı, bu hâliyle usulüne uygun ve tam bir tefhimden söz edilemeyeceği tartışmasızdır.
Hâl böyle olunca Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 297/2. maddesine uygun olmaksızın oluşturulan hüküm fıkrasının tefhimi ile temyiz süresinin başlamayacağının kabulü gerekir.
Açıklanan durum karşısında şikâyetçi vekilinin temyiz isteminin süresinde olduğu kabul edilerek birinci ön sorun oy çokluğuyla aşılmıştır.
II-Hukuk Genel Kurulunca ikinci ön sorun olarak mahkemece direnme kararı gerekçesinde bozma ilamına esas gerekçeli karardan farklı olarak, icra dairesinin kararında komisyon kararı gerekçe gösterilmiş ise de mahkemece aşağıdaki gerekçeler ile sonuçta doğru olan icra dairesi kararına ilişkin şikâyetin reddedildiği, karar gerekçesinin idari nitelikteki komisyon kararına dayanmadığı, ihtiyati haczin icra takip işlemi niteliğinde olmadığı, asıl icra takip işlemine yardımcı olan, güvence sağlayan, koruyucu nitelikte bir düzenleme olup yapılacak icra takibinden veya açılacak davadan önce uygulanan bir nevi tedbir işlemi olduğu, bu nedenle ayrıca tevziye tabi tutulmasında da hukuka aykırı bir yön bulunmadığı, gerekçenin icra hukuk esaslarına ve ihtiyati haczin icra takip işlemi olmayıp ayrı esasa ve ayrıca tevziye tabi tutulmasının uygunluğuna dayandığı, karar sonucunun yerinde görülüp, gerekçenin değiştirilmesinin de mahkemenin yetki sınırları içinde olduğu ifadelerine yer verilmiş olmasının direnme adı altında verilen kararın gerçekte yeni bir gerekçeye dayalı yeni hüküm niteliğinde olup olmadığı ön sorun olarak tartışılmış olup, oy çokluğuyla ikinci ön sorunun bulunmadığına karar verilerek uyuşmazlığın esastan incelenmesine geçilmiştir.
İşin esasına gelince;
İİK’nın 261/1. maddesinde;
“Alacaklı, ihtiyati haciz kararının verildiği tarihten itibaren on gün içinde kararı veren mahkemenin yargı çevresindeki icra dairesinden kararın infazını istemeye mecburdur. Aksi halde ihtiyati haciz kararı kendiliğinden kalkar.” hükmü yer almaktadır.
Alacaklının ihtiyati haciz kararının icrasını (infazını) istemesi bir süreye tabi kılınmıştır. Alacaklı, ihtiyati haciz kararının verildiği tarihten itibaren on gün içinde, yetkili icra dairesine başvurarak ihtiyati haciz kararının icrasını istemek zorundadır. Alacaklı, icra takibinde bulunduktan sonra ihtiyati haciz talep etmişse, ihtiyati haciz kararının verildiği tarihten itibaren on gün içinde icra takibinin derdest olduğu icra dairesine başvurarak ihtiyati haciz kararının icrasını istemek zorundadır. Alacaklı ihtiyati haciz kararının verildiği tarihten itibaren on gün içinde yetkili icra dairesinden (veya derdest icra takibinin bulunduğu icra dairesinden) ihtiyati haciz kararının icrasını istemezse, ihtiyati haciz kararı kendiliğinden kalkar (Kuru, B.: İcra ve İflas Hukuku El Kitabı, İkinci Baskı, Ankara 2013, s.1047 vd.).
Borçluya karşı kambiyo senetlerine mahsus haciz yolu ile takip yapmış olan alacaklı, kendisine kesin haciz yetkisi gelmeden önce, hakkını tehlikede görmüş ve (aynı alacak için) borçlunun mallarına ihtiyati haciz koydurtmuş olabilir. Bu hâlde de alacaklının artık yeni bir takip talebinde bulunmasına gerek yoktur (Kuru, El Kitabı, s.1074).
Alacaklı ihtiyati haciz kararının verildiği tarihten itibaren on gün içinde icra takibinin derdest olduğu icra dairesine başvurarak ihtiyati haciz kararının infazını istemek zorundadır.
Bu açıklamalar ve yasal düzenlemeler ışığında somut olay incelendiğinde; alacaklı tarafından İstanbul 8. İcra Dairesinin 2016/9581 sayılı dosyası ile 21.03.2016 tarihinde kambiyo senetlerine özgü haciz yolu ile takip başlatıldığı, alacaklının takip dosyasına İstanbul 9. Asliye Ticaret Mahkemesinin 05.04.2016 tarihli ve 2016/478 D.İş sayılı ihtiyati haciz kararını sunarak infazını istediği, icra memurluğunca ihtiyati haciz kararının İstanbul Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanlığının yazısı gereğince tevziye tabi tutulması gerektiği ve aynı dosyadan infazının istenemeyeceği gerekçesiyle talebin reddedildiği anlaşılmaktadır. İİK’nın 261/1. maddesi uyarınca, alacaklı ihtiyati haciz kararının infazını kararı veren mahkemenin yargı çevresindeki icra dairesinden kararın verildiği tarihten itibaren on gün içinde istemeye mecburdur. İİK'nın 264. maddesinde de dava açmadan ve icra takibine başlamadan evvel ihtiyati haciz kararı alan alacaklının 7 gün içinde takip talebinde bulunmaya mecbur olduğu belirtilmiş olup, anılan maddede ihtiyati haciz kararının verildiği tarih itibariyle derdest olan bir icra takibinde ihtiyati haciz kararının infazının istenmesine engel bir düzenleme de mevcut değildir. Bu durumda İİK’nın 261/1. maddesi gereğince derdest olan icra takibinin henüz kesinleşmediği aşamada takip konusu borç için alınan ihtiyati haciz kararının infazı için karar tarihinden itibaren on gün içinde derdest takip dosyası üzerinden istenilmesi zorunludur. İhtiyati haczin kesin hacze dönüşmesi veya hükümsüz kalması icra takibine bağlı olduğundan infazın da o takip dosyası üzerinden yapılması takip kurallarının bir gereğidir. Kambiyo senetlerine özgü haciz yolu ile icra takibi henüz kesinleşmeden takip sonrası alınan ihtiyati haciz kararının süresinde o dosyadan infazı isteminin icra dairesince kabulü gerekir. İdari nitelikteki İstanbul Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanlığı’nın kararı gerekçe gösterilerek yasaya aykırı olmayan talebin yerine getirilmemesi doğru değildir.
Hâl böyle olunca yukarıda açıklanan sebeplerle, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uymak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ: Şikâyetçi vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun 366/III. maddesi uyarınca tebliğden itibaren on gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 28.03.2019 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
KARŞI OY
2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’na 5311 sayılı Kanun’un 29. maddesi ile eklenen geçici 7. madde atfı ile aynı Kanunun 363/1 maddesi uyarınca icra hukuk mahkemelerince verilen kararların temyiz süresi tefhim veya tebliğden itibaren 10 gündür.
Somut olayda mahkemenin kararı şikayetçi vekilinin yüzüne karşı 27.4.2018 tarihinde tefhim edilmiş olup karar 10 günlük temyiz süresini geçirdikten sonra 5.6.2018 tarihinde temyiz edilmiştir. İİK’nun geçici 7. maddesi uyarınca uygulanması gereken İİK’nun 365/son fıkrasına göre “Yargıtay, birinci fıkra kapsamına girdiği hâlde reddine karar verilmemiş temyiz talebini geri çevirmeyip doğrudan karara bağlar”. Anılan hüküm uyarınca Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun şikâyetçi vekilinin temyiz isteminin süreden reddine karar verilmesi gerekir.
Temyiz süresinin başlaması için kararın usulüne uygun şekilde tefhimi gerekir.
HMK’nın 321. maddesine göre “Hüküm” başlığını taşımakta olup birinci fıkrasında “Tahkikatın tamamlanmasından sonra mahkeme tarafların son beyanlarını alır ve yargılamanın sona erdirildiği bildirilerek kararını tefhim eder. Taraflara beyanda bulunabilmesi için ayrıca süre verilmez”. Aynı maddenin ikinci fıkrasında ise “kararın tefhimi mahkemece hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanması ile gerçekleşir. Ancak zorunlu hâllerde, hâkim bu durumun sebebini de tutanağa geçirmek sureti ile sadece hükmün özetini tutanağa yazdırarak kararı tefhim edebilir. Bu durumda gerekçeli kararın en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkarılması gerekir”.
Bu hükümden anlaşılacağı üzere hakim hüküm özetini tutanağa geçirmek sureti ile de kararı tefhim etmesi mümkündür.
HMK’nın 294. maddesinin 3. fıkrasında hükmün tefhiminin hüküm sonucunun tutanağa geçirilmek sureti ile olacağı 4. fıkrasında ise zorunlu nedenlerle sadece hüküm sonucunun tefhim edildiği hallerde gerekçeli kararın tefhim tarihinden itibaren bir ay içinde yazılması gerektiği belirtilmektedir.
HMK’nın 297. maddesinin ikinci fıkrasına göre “Hükmün sonuç kısmında, gerekçeye ait her hangi bir söz tekrar edilmeksizin, taleplerde her biri hakkında verilen hüküm ile taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların sıra numarası altında; açık şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir”.
Anılan ilke ve kurallar ışığında somut olay değerlendirildiğinde, şikâyetçi alacaklının İstanbul 9. Asliye Ticaret Mahkemesinden aldığı ihtiyati haciz kararını derdest olan İstanbul İcra Müdürlüğünün 2016/9581 esas nolu dosyasında infaz ettirmek istediği, ancak icra müdürlüğünce İstanbul Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyon Başkanlığı kararını dayanak göstererek kararın tevziye tabi tutulması gerekçesi ile talebin reddine karar verildiği, alacaklı vekilince bu hususun, şikâyet konusu yapıldığı İcra Mahkemesince benzer gerekçe ile şikayetin reddedildiği, şikayetçi alacaklı vekilince kararın temyizi üzerine Yargıtay 12. Hukuk Dairesince şikayetin kabulü gerektiğinden bahisle bozulduğu, yerel mahkemece önceki gerekçe kısmı değiştirilerek şikayetin reddine ilişkin fiilen direnme kararı verildiği şikâyetçinin yüzüne karşı kararın tefhim edildiği, tefhim edilen kısa kararın HMK 297. maddesinde yazılı hususları içerdiği bu karar ile gerekçeli kararın hüküm sonucunun birbiri ile örtüştüğü, böylece tefhim edilen kararın HMK’nın 294 ve 297 maddelerine uygun olduğu anlaşılmaktadır. Kaldı ki gerekçeli karar şikâayetçi vekiline 31.5.2018 tarihinde tebliğ edilmiş olup şikâyetçinin gerekçeli karara karşı da ayrıca temyiz dilekçesi verme hakkı mevcuttur. Ancak kararın tefhimi ile temyiz süresi başlamış olup, gerekçeli kararın tebliğinden itibaren yeniden temyiz süresinin başlamasından söz edilemez. Somut olayda kararın tefhimi usul ve yasaya uygun olup, mahkemeye erişim hakkı ihlal edilmemiştir. Öte yandan şikayetçi yerel mahkemenin gerekçeli kararını ve bu karar üzerine Özel Dairenin bozma kararını bildiği, direnme kararı ile önceki karardan farklı olmadığı gözetildiğinde şikâyetçinin tefhim edilen kararda gerekçenin gösterilmediği, dolayısıyla gerekçeye göre temyiz dilekçesinde itirazlarını dile getirme haklarından yoksun olduğu, bu nedenle adil yargılanma hakkı kapsamında gerekçeli karar hakkını ihlal ettiği iddiası da ileri sürülemez. Şikâyetçinin tekrar tefhiminden itibaren süresinde şikâyet dilekçesi vermesinden sonra gerekçeli kararın tebliğinden itibaren süresi içinde gerekçeli temyiz dilekçesi verme hakkı da bulunmaktadır.
Ayrıca mahkeme tefhim edilen kısa kararda “Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve Anayasa Mahkemesinin bu yöndeki kararlarına rağmen bazı istinaf dairelerinin tefhim yapılmış ise; gerekçe olmasa da istinaf süresinin tefhimden itibaren başlayacağına ilişkin görüşleri de dikkate alınarak süre tutum dilekçesi verilmesi hususunda takdir taraflara ait olmak üzere” şeklinde sürenin tefhiminden itibaren de başlatılabileceğine ilişkin hatırlatmada bulunulmuştur. Bu kapsamda mahkemenin şikâyetçiyi kanun yolu ve süresi bakımından doğru bilgilendirilmediğinden söz edilemez.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 01.04.2015 gün ve 2014/12-1271 E. , 2015/1157 sayılı kararında temyiz süresinin tefhimden itibaren başlayacağı kabul edilmiştir. Aynı şekilde Hukuk Genel Kurulunun 23.10.2013 gün 2013/12-339 E., 2013/1474 K. sayılı kararında sürenin tefhimden itibaren başlayacağı belirtilmiştir.
Yukarıda belirtilen ilke ve kurallar uyarınca şikâyetçi vekiline usulüne uygun kısa karar tefhim edildiğinden İİK’nın 363/1 maddesi uyarınca süresi içinde temyiz dilekçesi verilmediği için İİK’nın 365/son fıkrası uyarınca temyiz isteminin süreden reddine karar verilmesi görüşünde olduğumdan işin esasının incelenmesi yönündeki sayın çoğunluğun görüşüne katılamıyorum.
Aynı doğrultuda bknz:
İlk derece mahkemesi (İş mahkemesi) kararında hükme ilişkin tüm hususlar gerekçeli karar ile birlikte açıklanmış olduğundan, istinaf yoluna başvuru süresinin gerekçeli kararın tebliğ tarihinden itibaren başlayacağı- Davalı vekilinin 7036 s. Kanun’daki gerekçeli kararın tebliğinden itibaren iki haftalık sürede istinaf nedenlerini belirtir dilekçe vermediği dikkate alındığında, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından davalı vekilinin süresinden sonra sunduğu gerekçeli istinaf dilekçesine değer verilmeyerek HMK. 355 uyarınca ilk derece mahkemesi kararının kamu düzenine aykırılık bulunup bulunmadığı yönünden incelenmesi gerektiği belirtilerek verilen direnme kararının usul ve yasaya uygun olduğu-
".. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilk derece mahkemesi kararının tefhimi üzerine süre tutum dilekçesi ile istinaf yoluna başvurulan eldeki davada; gerekçeli istinaf dilekçesinin ilk derece mahkemesi kararının tebliğinden itibaren iki haftalık istinaf süresi geçtikten sonra sunulduğu gözetildiğinde gerekçeli istinaf dilekçesinin makul sürede verildiğinin kabul edilip edilemeyeceği ve buradan varılacak sonuca göre 6100 sayılı Hukuk Muhakameleri Kanunu’nun (HMK) 355. maddesine göre yapılan istinaf incelemesinde dikkate alınıp alınamayacağı noktasında toplanmaktadır.
III. ÖN SORUN
19. Hukuk Genel Kurulunda uyuşmazlığın esasının görüşülmesinden önce; davalı ...’ne gerekçeli kararın 08.08.2018 tarihinde tebliğ edildiği, gerekçeli istinaf dilekçesinin 06.09.2018 tarihinde ibraz edildiği, eldeki davanın müteveffa işçinin hak sahipleri tarafından açılan destekten yoksun kalma tazminatı ve manevi tazminat istemine ilişkin olduğu gözetildiğinde adli tatile tabi bir dava olup olmadığı hususu ön sorun olarak değerlendirilmiştir.
20. 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren TBK’nın 417. maddesi; “İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla, özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.
İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranışı nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir.” şeklinde düzenlenmiştir.
21. TBK'nın 417. maddesinin üçüncü fıkrasındaki düzenleme ile, hizmet sözleşmesinden kaynaklanan sorumluluğun hukuki niteliği konusundaki tartışmalar sona erdirilmiş; sözleşmeye aykırılıktan kaynaklanan ölüm ve vücut bütünlüğünün bozulması veya kişilik haklarının ihlalinden kaynaklanan zararların tazmininde sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerinin uygulanacağı öngörülmüştür. İşverenin gözetme borcu iş (hizmet) sözleşmesinden kaynaklandığından işçi ve hak sahipleri iş kazası nedeniyle açacağı maddi ve manevi tazminat davasında sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerine dayanabilecektir. Bu nedenle iş kazalarından kaynaklı tazminat davaları iş mahkemelerinde görülmektedir.
22. 6100 sayılı Kanun’un “Adli tatil süresi” kenar başlıklı 102. maddesinde; “Adli tatil, her yıl yirmi temmuzda başlar, otuz bir ağustosta sona erer. Yeni adli yıl bir eylülde başlar”.
23. Aynı Kanun’un “Adli tatilde görülecek dava ve işler” kenar başlıklı 103. maddesinin birinci fıkrasının (ç) bendinde hizmet akdi veya iş sözleşmesi sebebiyle işçilerin açtıkları davaların; (h) bendinde ise Kanunlarda ivedi olduğu belirtilen dava ve işlerin adli tatilde görüleceği hükme bağlanmıştır.
24. İş mahkemelerinin görevi dava tarihinde yürürlükte olan mülga 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun (5521 sayılı Kanun) 1. maddesinde;
“İş Kanununa göre işçi sayılan kimselerle (o kanunun değiştirilen ikinci maddesinin Ç, D ve E fıkralarında istisna edilen işlerde çalışanlar hariç) işveren veya işveren vekilleri arasında iş akdinden veya İş Kanununa dayanan her türlü hak iddialarından doğan hukuk uyuşmazlıklarının çözülmesi ile görevli olarak lüzum görülen yerlerde iş mahkemeleri kurulur.
Bu mahkemeler:
A) (Mülga: 18/10/2012-6356/81 md.)
B) İşçi Sigortaları Kurumu ile sigortalılar veya yerine kaim olan hak sahipleri arasındaki uyuşmazlıklardan doğan itiraz ve davalara da bakarlar” şeklinde düzenlenmiştir.
25. Görüldüğü üzere 5521 sayılı Kanun’un 1. maddesi uyarınca işçi sayılan kimselerle (Kanunun değiştirilen ikinci maddesinin Ç, D ve E fıkralarında istisna edilen işlerde çalışanlar hariç) işveren veya işveren vekilleri arasında iş akdinden veya İş Kanunu'na dayanan her türlü hak iddialarından doğan hukuki uyuşmazlıklar iş mahkemelerinde çözümlenecektir.
26. Diğer taraftan 25.10.2017 tarihinde yürürlüğe giren 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu'nun 5. maddesinde iş mahkemelerinin görevi düzenlenmiş olup buna göre;
“İş mahkemeleri;
a) 5953 sayılı Kanuna tabi gazeteciler, 854 sayılı Kanuna tabi gemi adamları, 22/5/2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanununa veya 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun İkinci Kısmının Altıncı Bölümünde düzenlenen hizmet sözleşmelerine tabi işçiler ile işveren veya işveren vekilleri arasında, iş ilişkisi nedeniyle sözleşmeden veya kanundan doğan her türlü hukuk uyuşmazlıklarına,
b) İdari para cezalarına itirazlar ile 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi kapsamındaki uyuşmazlıklar hariç olmak üzere Sosyal Güvenlik Kurumu veya Türkiye İş Kurumunun taraf olduğu iş ve sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan uyuşmazlıklara,
c) Diğer kanunlarda iş mahkemelerinin görevli olduğu belirtilen uyuşmazlıklara, ilişkin dava ve işlere ...”.
27. 5521 sayılı Kanun’un 8. maddesinin dördüncü fıkrasında “Kanun yoluna başvurulan kararlar, bölge adliye mahkemesi ve Yargıtayca iki ay içinde karara bağlanır.” hükmü mevcut olup 7036 sayılı Kanun’un 7. maddesinin son fıkrasında ise “Kanun yoluna başvurulan kararlar, bölge adliye mahkemesi ve Yargıtayca ivedilikle karara bağlanır.” düzenlenlemesi getirilerek iş mahkemesince verilen kararların ivedilikle inceleneceği belirtilmiş ancak 5521 sayılı Kanun’un aksine belli bir süre sınırlaması konulmamıştır.
28. Şu durumda yukarıda açıklanan yasal düzenlemeler ile somut olaya ilişkin maddi ve hukuki olgulara göre; iş kazasında işverenin hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcuna aykırı davranması söz konusu olduğundan, iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında (ve işçinin ölümü hâlinde hak sahiplerinin açtığı destekten yoksun kalma davalarında) sözleşmeye aykırılığa dayalı sorumluluk hükümlerinin uygulandığı ve davalarında iş mahkemelerinde görüldüğü, 5521 sayılı mülga Kanun’da kanun yoluna başvurulan kararların iki ay içinde karara bağlanacağı hükmünün, 7036 sayılı Kanun’da “ivedilikle görülür” şeklinde getirilen düzenlemesi ile süre sınırlandırılması kaldırılarak karşılık bulduğu, 6100 sayılı Kanun’un adli tatile ilişkin düzenlemeler içeren 103. maddesindeki “Kanunlarda ivedi olduğu belirtilen davalar” düzenlemesi ile bu davaların adli tatilde görüleceğinin kurala bağlandığı, eldeki davada adli tatilde tebliğ edilen gerekçeli karar ile istinaf süresi başladığından sürenin adli tatilin bittiği günden itibaren bir hafta uzamasının mümkün olmadığı anlaşılmaktadır.
29. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında mütevveffa işçinin mirasçıları tarafından açılan tazminat davasının 6100 sayılı Kanun’un 103/1-ç maddesindeki “hizmet akdi veya iş sözleşmesi sebebiyle işçilerin açtıkları davalar” kapsamına girmediğinden adli tatilde görülemeyeceği, davalı vekiline gerekçeli kararın adli tatilde tebliğ edildiği, bu nedenle gerekçeli istinaf dilekçesinin süresinde olduğu ileri sürülmüşse de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiş ve ön sorun oy çokluğu ile aşılarak işin esasının incelenmesine geçilmiştir.
IV. GEREKÇE
30. Gelinen bu noktada istinaf kanun yolu ile ilgili yasal düzenlemelere değinilmelidir.
31. 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş ve Görev ve Yetkileri Hakkındaki Kanun ile kabul edilen istinaf yargısı, 20 Temmuz 2016 tarihinde faaliyete başlayan Bölge Adliye Mahkemeleri ile birlikte hukuk sistemimize dâhil olmuştur.
32. HMK'nın 341. maddesi uyarınca, ilk derece mahkemelerinden verilen nihai kararlar ile ihtiyati tedbir, ihtiyati haciz taleplerinin reddi ve bu taleplerin kabulü hâlinde, itiraz üzerine verilecek kararlara karşı istinaf yoluna başvurulabilir. Görüldüğü üzere taraflar arasındaki uyuşmazlığın esasını çözen nihai kararlar yanında usuli nihai kararlara karşı istinaf kanun yoluna başvuru mümkün olduğu gibi, geçici hukuki koruma tedbirlerinden olan ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz taleplerinin reddi veya bu taleplerin kabulü hâlinde itiraz üzerine verilecek kararlara karşı da istinaf başvurusu yapılabilecektir. Kanun'un 341. maddesinin devam eden fıkralarında ise hangi kararlara karşı istinaf kanun yoluna başvurabileceği, hangi hâllerde bu kanun yolunun kapalı olduğu ayrıntıları ile düzenlenmiştir.
33. 6100 sayılı Kanun’un ''İstinaf dilekçesi'' kenar başlıklı 342. maddesi ise;
(2) İstinaf dilekçesinde aşağıdaki hususlar bulunur:
a) Başvuran ile karşı tarafın davadaki sıfatları, adı, soyadı, Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası ve adresleri.
b) Varsa kanuni temsilci ve vekillerinin adı, soyadı ve adresleri.
c) Kararın hangi mahkemeden verilmiş olduğu ve tarihi ile sayısı.
ç) Kararın başvurana tebliğ edildiği tarih.
d) Kararın özeti.
e) Başvuru sebepleri ve gerekçesi.
f) Talep sonucu.
g) Başvuranın veya varsa kanuni temsilci yahut vekilinin imzası.
(3) İstinaf dilekçesi, başvuranın kimliği ve imzasıyla, başvurulan kararı yeteri kadar belli edecek kayıtları taşıması durumunda diğer hususlar bulunmasa bile reddolunmayıp, 355 inci madde çerçevesinde gerekli inceleme yapılır.” düzenlemesini içermektedir.
34. Aynı Kanun’un 355. maddesinde "İnceleme, istinaf dilekçesinde belirtilen sebeplerle sınırlı olarak yapılır. Ancak, bölge adliye mahkemesi kamu düzenine aykırılık gördüğü takdirde bunu resen gözetir.'' düzenlemesi mevcut olup, Bölge Adliye Mahkemelerinin daha etkin ve nitelikli çalışmaları bakımından istinaf dilekçelerinin istinaf nedenlerini içermesi zorunluluğu getirilmiştir.
35. Bu sebeple istinaf sebeplerinin yeterince açık ve tam gerekçeleri ile ortaya konulması gerekir. Bu şekilde sebebi tam olarak belirtilmemiş dilekçelerle yapılan başvuruları Bölge Adliye Mahkemesinin sadece kamu düzenine aykırılık yönünden incelemesi, bunun dışında bir incelemeye tâbi tutmaması gerekir (Pekcanıtez Usul, Medeni Usul Hukuku Cilt III, İstanbul 2017, s.2223).
36. Kanun'un açık hükmü gereğince, eğer istinaf dilekçesinde, istinaf sebebi belirtilmemişse o husus istinaf sebebi olarak dikkate alınmamalıdır. Çünkü taraflarca getirilme ilkesi (m. 25) istinaf aşamasında da kural olarak geçerlidir (Pekcanıtez, s.2214).
37. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla mahkemeye erişim hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün bir unsurudur.
38. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin birinci fıkrası ise; “Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.” şeklindedir.
39. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. Anılan maddeyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, Anayasa’nın 40. maddesi uyarınca diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir [Anayasa Mahkemesinin (AYM) 28.11.2013 tarihli ve 2013/64 E., 2013/142 K. sayılı kararı]. Bu bağlamda Anayasa’nın, devletin işlemlerinde ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmesi gerektiğini ifade eden 40. maddesinin de adil yargılanma hakkının kapsamının belirlenmesinde gözetilmesi gerektiği açıktır. Bunun yanında Anayasa’da adil yargılanma hakkının kapsamı düzenlenmediğinden bu hakkın kapsam ve içeriğinin, Sözleşme'nin 6. maddesi çerçevesinde belirlenmesi gerekir (O.han Solmaz, B. No: 2012/1049, 26.3.2013, § 22).
40. Adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından biri olan mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir (Ö. Şen, B. No: 2012/791, 7.11.2013, § 52). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), mahkemeye etkili erişim hakkını “hukukun üstünlüğü” ilkesinin temel unsurlarından biri olarak kabul etmekte ve mahkemeye etkili erişim hakkının, mahkemeye başvuru konusunda tutarlı bir sistemin var olmasını ve dava açmak isteyen kişilerin mahkemeye ulaşmada açık, pratik ve etkili fırsatlara sahip olmasını gerektirdiğini ifade etmektedir. Bu sebeple hukuki belirsizliklerin ya da uygulamadaki belirsizliklerin tarafların mahkemeye erişimine zarar verdiği durumlarda bu hakkın ihlâl edildiğine karar verilmektedir (Geffre/Fransa, B. No: 51307/99, 23/1/2003, § 34).
41. Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (AYM, 28.11.2013 tarihli ve 2013/64 E., 2013/142 K.).
42. Mahkemeye erişim hakkı sadece ilk derece mahkemesine dava açma hakkını değil iç hukukta itiraz, istinaf veya temyiz gibi kanun yollarına başvurma imkânı tanınmış ise üst mahkemelere başvurma hakkını da içerir (A. Aldemir, B. No: 2014/4987, 09.06.2016, § 32).
43. 6100 sayılı Kanun’un ''Başvuru süresi'' kenar başlıklı 345. maddesinde ''İstinaf yoluna başvuru süresi iki haftadır. Bu süre, ilamın usulen taraflardan her birine tebliğiyle işlemeye başlar. İstinaf yoluna başvuru süresine ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.'' düzenlemesi ile hangi süre içinde bu yola gidilebileceği açıkça düzenlenmiştir.
44. Özel Kanun niteliğinde olan ve hüküm tarihinde yürürlükte bulunan 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu'nun 7. maddesi ise:
“(1) İş mahkemelerinde basit yargılama usulü uygulanır.
(2) Davaların yığılması hâlinde, her bir talebe ilişkin vakıalar bakımından ispat yükü ve deliller ayrı ayrı değerlendirilir.
(3) 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun kanun yollarına ilişkin hükümleri, iş mahkemelerince verilen kararlar hakkında da uygulanır.
(4) Kanun yoluna başvuru süresi, ilamın taraflara tebliğinden itibaren işlemeye başlar.
(5) Kanun yoluna başvurulan kararlar, bölge adliye mahkemesi ve Yargıtayca ivedilikle karara bağlanır.” düzenlemesini içermektedir.
45. 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 7. maddesinde açıkça iş mahkemelerinde basit yargılama usulünün uygulanacağı belirtilmiştir. Basit yargılama usulüne ilişkin hükümlerin düzenlendiği Altıncı Kısımda yer alan HMK’nın “Hüküm” başlıklı 321. maddesinde;
“Tahkikatın tamamlanmasından sonra, mahkeme tarafların son beyanlarını alır ve yargılamanın sona erdiğini bildirerek kararını tefhim eder. Taraflara beyanda bulunabilmeleri için ayrıca süre verilmez.
Kararın tefhimi, mahkemece hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanması ile gerçekleşir. Ancak zorunlu hâllerde, hâkim bu durumun sebebini de tutanağa geçirmek suretiyle, sadece hüküm özetini tutanağa yazdırarak kararı tefhim edebilir. Bu durumda gerekçeli kararın en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkartılması gerekir.” hükmü yer almaktadır.
46. HMK’nın 321. maddesindeki “hükme ilişkin tüm hususlar”dan kastedilen HMK’nın 297. maddesindeki unsurlardır. Buna göre; mahkeme, tahkikatın tamamlanmasından sonra, tarafların son beyanlarını almalı ve yargılamanın sona erdiğini bildirdikten sonra hükmü tefhim etmelidir. Kural olarak, mahkemece kararın tefhiminde hükme ilişkin tüm hususlar açıklanmalıdır.
47. HMK’nın 322. maddesi atfı ile uygulanmakta olan HMK’nın 297. maddesinde hükmün kapsamı açık bir şekilde düzenlenmiştir. Buna göre; mahkeme, gerekçesi ile birlikte tefhim ettiği hükümde taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, yargılama giderleri ile taraflardan alınan avansın harcanmayan kısmının iadesi, varsa kanun yolları ve süresini sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde göstermesi gereklidir. Bu kanunun getirdiği bir zorunluluktur. Ancak zorunlu hâllerde, hâkim bu durumun sebebini de tutanağa geçirmek suretiyle sadece hüküm özetini tutanağa yazdırarak kararı tefhim edebilir. Bu durumda gerekçeli karar en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkartılmalıdır. Bir diğer deyişle HMK’nın 321. maddesinde belirtilen şekilde hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte tefhim edilemediği hâllerde gerekçeli kararın mutlaka taraflara tebliğ edilmesi gereklidir.
48. Kararın hukuken sonuç doğurması için tefhim edilmesi yeterli ise de, ayrıca tebliğ edilmesi de gerekir. Çünkü kararın kesinleşmesi ve karara karşı kanun yollarına başvurulabilmesi için tebliğ şarttır (m. 345/1, 361/1) (Pekcanıtez, s.1997).
49. Ancak ilk derece mahkemelerinin tefhim edilen kısa kararında 6100 sayılı Kanun’un 321. maddesi anlamında gerekçe bulunmamasına rağmen kanun yoluna başvurma süresini kaçırmak istemeyen taraflar, gerekçeli kararın açıklanmasını beklemeden kanun yoluna başvurma iradesini ortaya koyan dilekçeler sunmakta olup anılan dilekçeler uygulamada “süre tutum dilekçesi” olarak adlandırılmaktadır.
50. Bu durumda süre tutum dilekçesi vermenin temyiz süresine etkisi olup olmadığı incelenmelidir.
51. Bu bağlamda öncelikle yasada öngörülen süreler, bunların yargılamaya etkisi ve yargısal uygulamanın irdelenmesi gereklidir.
52. Bir davanın açılmasıyla başlayan yargılama faaliyetinde istenen sonuca en kısa zamanda ulaşılması için mahkeme ve taraflarca yapılması gereken belirli işlemler vardır ve her işlemin belli bir zaman aralığında yapılması gerekmektedir. Usul hükümleri ile de kanuni bir değer kazanan bu zaman aralıklarına "süre" denilmektedir. Böylece usul işlemlerinin yapılması zamansal olarak tarafların ya da mahkemenin arzularına, insiyatifine bırakılmamış olmaktadır.
53. Bir uyuşmazlık mahkemeye taşınmış olmakla, kamu alanına, toplumun da çıkarını ilgilendiren bir platforma aktarılmış olmaktadır. Bu nedenle bir davanın makul sürede sona erdirilmesinde en az taraflar kadar toplumun da yararı vardır.
54. Şu hâlde, süreye ilişkin normların kabulüyle medeni usul hukukunda gerçekleştirilmek istenen amaçlar; adaletin bir an önce sağlanması, keyfiliğin önlenmesi, mahkemenin aynı işle uzun süre meşgul olmasının, başka ifadeyle diğer dava ve işlere yeterince zaman ayıramaz duruma düşürülmesinin önlenmesi; uluslar üstü ve ulusal nitelikteki emredici normlar uyarınca davanın makul sürede sonuçlandırılmasının sağlanması, yargılamanın belli bir düzen ve kestirilebilir bir zamansallıkla yürütülmesi, başka bir anlatımla yargılamanın adil şekilde yapılmasının sağlanması olarak özetlenebilir.
55. Nitekim 6100 sayılı Kanun’un “Sürelerin belirlenmesi” kenar başlıklı 90. maddesi; “Süreler, kanunda belirtilir veya hâkim tarafından tespit edilir. Kanunda belirtilen istisnai durumlar dışında, hâkim kanundaki süreleri artıramaz veya eksiltemez. Hâkim, kendisinin tespit ettiği süreleri, haklı sebeple artırabilir veya eksiltebilir; gerekli gördüğü takdirde, bu konudaki kararından önce tarafları da dinler.” şeklindedir.
56. Aynı Kanun’un “Sürelerin başlaması” kenar başlıklı 91. maddesi ise “Süreler, taraflara tebliğ tarihinden veya kanunda öngörülen hâllerde, tefhim tarihinden itibaren işlemeye başlar.” hükmünü içermektedir.
57. Yukarıda da belirtildiği üzere hâkim tarafından sürenin belirlenebildiği durumlar var olmakla birlikte kanunda belirlenen süreler üzerinde hâkimin tasarruf yetkisi bulunmamaktadır. HMK'nın "kesin süre" başlıklı 94. maddesinin birinci fıkrasında "Kanun’un belirlediği süreler kesindir." denilmek suretiyle bu hususa vurgu yapılmıştır. Aynı maddenin üçüncü fıkrasında ise “Kesin süre içinde yapılması gereken işlemi, süresinde yapmayan tarafın, o işlemi yapma hakkı ortadan kalkar." hükmü düzenlenmiştir.
58. Kesin sürenin kaçırılması hâlinde, bundan böyle o usûl işleminin yapılması mümkün değildir. Kesin sürenin üzerinden az veya çok süre geçmesi, sonucu değiştirmez. Aksi takdirde, kesin süre ile kesin olmayan süre arasındaki ayırım ortadan kalkar (Pekcanıtez, s.467).
59. Kanun yoluna başvuru süreleri de hâkim tarafından değiştirilmesi mümkün olmayan kesin sürelerdendir ve resen gözetilmesi gerekir. Kesin sürelerin her olayda ve davanın her iki tarafı için de aynı şekilde uygulanması gerekmektedir. Kanun’da, kanun yoluna başvuru sürelerinin arttırılabileceğine ilişkin istisnai bir düzenleme ve imkan da yer almamaktadır. Kanun yollarına başvuru için kesin süre söz konusu olduğundan “makul süre” kavramından da bahsedilmemiştir.
60. Zira Kanun'un taraflara tanıdığı süreler kamu düzenindendir (Pekcanıtez, s.454).
61. Anılan yasal düzenlemelerden anlaşılacağı üzere; süre tutum dilekçesi verilmesinin istinaf başvurusu süresine etki edeceği, süreyi durduracağı veya muhafaza edeceğiyle ilgili 7036 sayılı Kanun’da (ve mülga 5521 sayılı Kanun’da), HMK’da bir hüküm bulunmamaktadır.
62. Bir dilekçe ile kanûni sürenin tutulması veya korunması söz konusu olamaz. Böyle bir durumda iki ihtimal mevcuttur; ya süre henüz başlamamıştır, o zaman zaten işleyen bir süre olmadığından, o sürenin tutulması veya muhafazası için bir işleme zorlamaya gerek yoktur ya da süre işlemeye başlamıştır, o zaman da zaten bir şekilde sürenin tutulması veya muhafazası bir ön dilekçe verilerek sağlanamaz süresinde işlem yapılmalıdır, aksi halde hak düşer (Özekes; Hukuk Yargılamasında Süre Tutum Müessesesi Yoktur, Prof. Dr. Saim Üstündağ’a A., Ankara 2009, s.381-396, s.390).
63. Uygulamada yapıldığı üzere, kısa karara karşı süre tutum dilekçesi adı altında içeriği olmayan bir dilekçe verip ardından ayrıntılı bir dilekçe vermek ise kanunî temeli ve düzenlemesi olmayan, ayrıca hukuka da açıkça aykırı bir durumdur (Pekcanıtez, s.2220).
64. Hukuk Genel Kurulunun 01.10.2003 tarihli, 2003/13-581E., 2003/527K., sayılı kararında da "Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 435/2.maddesindeki, temyiz sebeplerinin, temyiz dilekçesinin verilmesinden itibaren bir hafta içerisinde verilecek başka bir dilekçeyle bildirilmesine olanak tanıyan hüküm, 2494 sayılı Yasa ile ortadan kaldırılmıştır. Böylece, uygulamada 'müddeti muhafaza' olarak adlandırılmış olan müessese de ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla, hukuk yargılamasında, süre tutum müessesesi mevcut değildir” şeklindeki tespit ve değerlendirmelerde bulunularak süre tutum müessesinin yer almadığına vurgu yapılmıştır.
65. İstinaf yoluna başvuru için süre tutum dilekçesi verilmesi, süre tutum dilekçesini veren açısından istinaf nedenlerini belirtir dilekçesini verebilmesi için iki haftalık istinaf yolu süresi sonrasına süre tanındığı anlamına gelmeyeceği gibi, gerekçeli kararın tebliğinden itibaren iki haftalık süre sonrasının "makul süre" olarak değerlendirilerek her duruma göre değişen, belirlisiz bir kavramın kabulü ile tarafların yargılama sürecini öngörebilme haklarının ellerinden alınması da kabul edilebilir değildir.
66. Bu durum yukarıda tarif edilen hukuki belirlilik ve hukuki güvenlik ilkelerine de aykırıdır.
67. Anayasa Mahkemesi de süre tutum dilekçesi sonrası gerekçeli kararın tebliğinden itibaren istinaf nedenlerinin süresi içinde bildirilmemesi durumunda kanun yoluna başvurma iradesini ortaya koyan süre tutum dilekçesinin ilgili yargı yerine verilmesinden sonra bu dilekçenin kişinin iradesine bırakılmadan belirli bir süre içinde verilmesi gerektiği şeklinde derece mahkemeleri yorumunun aşırı şekilci (katı) olmadığı gibi mahkemeye erişimi aşırı derece zorlaştırmadığı ya da imkânsız hâle getirmediğini belirterek Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan mahkemeye erişim hakkının ihlal edilmediği sonucuna ulaşmıştır (Anayasa Mahkemesinin 19.04.2018 tarihli ve 2017/29989 Başvuru numaralı, R.G; 14.06.2018 tarih ve 30451 sayılı kararı).
68. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun (HGK) 25.11.2020 tarihli, 2019/10(21)-405 E., 2020/949 K. sayılı kararında da aynı ilkeler benimsenmiştir.
69. Somut olaya gelince; İlk derece mahkemesince 21.06.2018 tarihinde karar verildikten sonra davalı AYEDAŞ vekilince süresinde gerekçeli istinaf dilekçesi ile istinaf yoluna başvurulduğu, davacılar vekilininde kararın 08.08.2018 tarihinde tebliğ üzerine 06.09.2018 tarihinde gerekçeli istinaf dilekçesi verdiği, davalı Özer Elektrik İnşaat Taahhüt Sanayi ve Dış Tic. Ltd. Şti. vekilinin ise kararın tefhiminden sonra 04.07.2018 tarihinde süre tutum dilekçesi verdiği, aynı gün istinaf harçlarını yatırdığı, gerekçeli kararın 08.08.2018 tarihinde tebliğinden itibaren iki haftalık süre içinde gerekçeli istinaf dilekçesi vermediği, istinaf nedenlerini belirtir dilekçeyi 06.09.2018 tarihinde iki haftalık süre geçtikten sonra ibraz ettiği, Bölge Adliye Mahkemesince davalı Özer Elektrik İnşaat Taahhüt Sanayi ve Dış. Tic. Ltd. Şti’nin vekilinin istinaf nedenlerini süresi içinde bildirmediğinden HMK’nın 355. maddesi uyarınca ilk derece mahkemesi kararında kamu düzenine aykırılık bulunup bulunmadığı yönünden inceleme yapılarak istinaf başvurusunun esastan reddedildiği görülmüştür.
70. Şu durumda yukarıda yapılan açıklamalar ile somut olaya ilişkin maddi ve hukuki olgulara göre; İlk derece mahkemesi kararında hükme ilişkin tüm hususların gerekçeli karar ile birlikte açıklanmış olduğu, istinaf yoluna başvuru süresinin gerekçeli kararın tebliğ tarihinden itibaren başladığı, davalı ... vekilinin 7036 sayılı Kanun’daki gerekçeli kararın tebliğinden itibaren iki haftalık sürede istinaf nedenlerini belirtir dilekçe vermediği dikkate alındığında Bölge Adliye Mahkemesi tarafından davalı ... vekilinin süresinden sonra sunduğu gerekçeli istinaf dilekçesine değer verilmeyerek HMK’nın 355. maddesi uyarınca ilk derece mahkemesi kararının kamu düzenine aykırılık bulunup bulunmadığı yönünden incelenmesi gerektiği belirtilerek verilen direnme kararının usul ve yasaya uygun olduğu sonucuna varılmıştır.
71. Ne var ki, Özel Dairece bozma nedenine göre Bölge Adliye Mahkemesi kararı istinaf yoluna başvuru süresi yönünden incelenmiş, ancak davalı ... vekilinin temyiz itirazları ise kamu düzeni yönünden incelenmemiştir. Yine Özel Dairenin bozma kararının uyulan kısımları kapsamında verilen 16.07.2020 tarihli Bölge Adliye Mahkemesi kararına yönelik taraf vekillerinin temyiz itirazlarının da incelenmesi gerekmektedir. Bu nedenlerle dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
V. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1. Direnme uygun bulunduğundan davalı ...’nin vekilinin incelenmeyen temyiz itirazlarının kamu düzeni yönünden incelenmesi için dosyanın 10. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE,
2. Bölge Adliye Mahkemesince 16.07.2020 tarihinde verilen karara yönelik taraf vekillerinin temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 10. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE,
18.03.2021 gününde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.
KARŞI OY
İş mahkemelerinde görülen davaların adli tatilde görülüp görülemeyeceği 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanununda düzenlenmediğinden aynı Kanunun 9. maddesinde yapılan yollama nedeniyle bu konuda HMK hükümlerine bakılmalıdır.
Adlî tatilde, hangi dava ve işlerin görüleceği HMK 103/1. maddede sayılmış olup iş mahkemeleriyle ilgili olarak; hizmet akdi veya iş sözleşmesi sebebiyle işçilerin açtıkları davalar (HMK 103/1-ç) ile kanunlarda ivedi olduğu belirtilen veya taraflardan birinin talebi üzerine, mahkemece ivedi görülmesine karar verilen dava ve işler (HMK 103/1-h) bunlar arasında sayılmıştır.
Bu hükümlerden de anlaşıldığı üzere iş mahkemelerinde görülen dava ve işlerin adli tatilde görülebilmesi için HMK 103. maddede sayılan istisnalar kapsamında bir iş veya dava bulunması gerekir. Dava hizmet akdi veya iş sözleşmesi sebebiyle açılmış olsa bile işçinin açtığı bir dava değil ise adli tatilde görülemeyecektir.
İşçinin açtığı dava ifadesi işçinin bizzat açtığı davalar yanında işçinin mirasçılarının külli halef olarak açtığı davaları da kapsar.
Örneğin işçi tarafından sağlığında işçilik alacakları için dava açılmamış olsa bile mirasçılarının külli halef olarak bu alacaklarla ilgili açtıkları davalar da adli tatilde görülebilecektir.
Mirasçıların külli halef olarak işçinin sağlığında kendi şahsında gerçekleşen alacaklar için açtığı davalarda durum böyle ise de hizmet akdinin görülmesi sırasında işverene yüklenen bir sorumluluğu gerektiren bir nedenle ölümün gerçekleşmesi hâlinde mirasçıların açacakları destek tazminatı ve manevi tazminat taleplerinde ise mirasçılar işçinin halefi olarak değil yansıma yoluyla uğradıkları ve kendileri şahsında doğan zarar nedeniyle dava açtıklarından bu davalar işçi veya mirasçılarınca külli halef olarak açılan bir dava olmayıp doğrudan mirasçıların kendi zararları nedeniyle açtıkları bir davadır. Bu davalar ise maddedeki istisna kapsamında olmadığından HMK 103/1-ç maddedeki düzenlemeye dayalı olarak adli tatilde görülebilecek dava ve işlerden değildir.
HMK 103/1-h madde hükmüne göre kanunlarda ivedi olduğu belirtilen veya taraflardan birinin talebi üzerine, mahkemece ivedi görülmesine karar verilen dava ve işler adli tatilde görülebilir ise de bir işin ivedi iş olup olmadığı işin mahiyetine göre değil kanunlarda ivedi olduğunun belirtilip belirtilmemesine veya ivedi olduğu anlamına gelecek bir düzenleme olup olmamasına göre saptanacaktır. Örneğin işe iade davalarının ivedilikle görüleceği 4857 sayılı İş Kanunu 20. maddede düzenlenmiştir. Böyle açık veya bu anlama gelecek dolaylı bir hüküm olmadıkça tüm iş davalarının ivedilikle görüleceği gibi bir sonuca varılamaz.
7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu 7/5. maddede, kanun yoluna başvurulan kararların, bölge adliye mahkemesi ve Yargıtayca ivedilikle karara bağlanacağı düzenlenmiş ise de bu Kanunda ilk derece mahkemesindeki yargılama için bir ivedilik düzenlemesi bulunmamaktadır. İstinaf ve temyiz aşaması için getirilen bu hüküm kanun yolu aşamasının çabuk sonuçlandırılmasıyla ve dosyanın bölge adliye mahkemesine gelmesinden sonraki istinaf ve temyiz aşamalarıyla ilgili olup iş mahkemesindeki ilk derece yargılamasını kapsamamaktadır. Zira kural, istisnaların dar yorumlanmasıdır. Zaten tüm iş davaları ivedi sayılacağı için adli tatilde görülebilir ise, o takdirde HMK 103/1-ç maddedeki istisnaya yer verilmesinin de bir anlamı kalmayacaktır.
Kanun yoluna başvurulan kararların, bölge adliye mahkemesi ve Yargıtay’ca ivedilikle karara bağlanacağı düzenlemesi, dosyanın bölge adliye mahkemesi ve Yargıtay’a geldiği tarihten itibaren yapılacak işlemlerle ilgili olduğundan ilk derece mahkemesinde verilen kararla ilgili istinaf dilekçesi verilmesi, süresi yönünden de uygulama alanı bulmaz. O nedenle adli tatilde uzayan süreler bu dilekçelerin verilmesi için gerekli süreler bakımından da uygulanacaktır.
HUMK’da basit yargılama usulüne tabi davaların adli tatilde görülebileceği düzenlemesi bulunduğu için tüm iş davaları adli tatilde görülebilmekte idiyse de HMK’da bu şekilde bir hükme yer verilmediğinden başka bir istisna hükmüne girmedikçe basit yargılama usulüne tabi davaların adli tatilde görülebilmesi istisnası ortadan kalkmıştır. Davanın basit yargılama usulüne tabi olması da ivedi iş sayıldığı anlamına gelmemekte ve adli tatilde görülebilmesine de imkân bulunmamaktadır.
Yukarıda yapılan açıklama ve sözü edilen kurallarla birlikte somut olay değerlendirildiğinde; davada istenen destek tazminatı ve manevi tazminat mirasçıların şahsında gerçekleşen zararlar nedeniyle talep edilmiş olup dava işçinin külli halefi olarak açılmış sayılamayacağından işçinin açtığı bir davadan söz edilemez. Bu durumda HMK 103/1-ç maddedeki istisna hükmünün bu davada yeri olmadığından adli tatilde görülemeyecek bir dava söz konusudur. Dava adli tatilde görülemediği takdirde adli tatil nedeniyle uzayan sürelerin uygulanması gerekir. Mahkeme kararının 08.08.2018 tarihinde yapılan tebliği ile istinaf sebeplerinin gösterildiği dilekçenin verildiği 6.9.2018 tarihinde iki haftalık istinaf süresi dolmamıştır. Zira süre sonu adli tatile geldiği için istinaf süresi HMK 104/1. madde gereğince adli tatilin bittiği günden itibaren bir hafta uzamış olup dilekçe de uzayan bu süre içinde verilmiştir.
İstinaf dilekçesinde istinaf sebeplerinin gösterilmesinin gerekmesi (HMK 342/2-e) ve istinaf incelemesinin bu sebeplere bağlı ve kamu düzenine ilişkin hususlarda yapılacak olması (HMK 355/1) düzenlemeleri nedeniyle süresinden sonra makul süre içinde verilen dilekçedeki sebeplerin incelenmesi gerektiği yönündeki bozma gerekçesi yerinde değildir. Buna değinen direnme gerekçesi yerinde ise de somut olayda istinaf sebepleri süresi içinde verilen dilekçede gösterilmiş olduğundan bildirilen istinaf sebeplerinin de incelenmesi gerekirken süresinde verilmediği kabul edilerek incelenmeksizin sadece kamu düzeniyle sınırlı inceleme yapılarak karar verilmesi doğru olmadığı için hüküm bu değişik gerekçeyle bozulmalıdır.
Belirttiğim nedenlerle hükmün değişik gerekçeyle bozulması gerektiği görüşünde olduğumdan bu davanın adli tatilde görülebileceği kabul edilerek istinaf sebeplerinin süresinde bildirilmediği sonucuyla direnmenin uygun olduğu yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyorum.
Borçlu hakkındaki takibin ve haczin geçerliliği ortadan kalkması halinde, istihkak davasının konusuz kalması nedeniyle karar verilmesine yer olmadığına, yargılama gideri ile vekalet ücreti yönünden de davanın açıldığı tarihteki tarafların haklılık durumuna göre karar verilmesi gerektiği- İstinaf/temyiz süresinin, Hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanması halinde, tefhimden, aksi halde gerekçeli kararın tebliğinden itibaren başlayacağı-
8. HD. 22.06.2021 T. 2479/5346
Aşağıdaki 12. HD kararlarında ise, tefhim edilen kısa kararın yeterli olduğuna değinilmeden, istinaf isteminin süreden reddine karar verilmesi gerektiği belirtilmiştir.
İstinaf başvuru süresinin kanun gereği tefhimden itibaren başlayacağı- Süre tutum dilekçesi verilmeden istinaf dilekçesinin belirli süre geçirildikten sonra verildiği gözetilerek istinaf talebinin reddine karar verilmesi gerektiği-
İcra Hukuk Mahkemesince verilen kararlara karşı istinaf yoluna başvuru süresi kararının tefhim veya tebliğinden itibaren on gün olduğu, kararın şikayetçi borçlu vekilinin yüzüne karşı 13.9.2019 tarihinde verildiği, borçlu vekilince süre tutum dilekçesi sunulmadığı gibi, istinaf talebinin kararın tefhiminden itibaren yasal 10 günlük süreden sonra 27.12.2019’da yapıldığı, buna göre istinaf isteminin süresinde olmadığı-