".....Dava, manevi tazminat istemine ilişkindir.
Davacı vekili müvekkilinin .... Üniversitesi Genel Sekreteri olarak görev yapmakta iken 16.03.2007 tarihinde baskı ve zorlama ile kendisinden alınan yazılı talep üzerine rektörlük tarafından 19.03.2007 tarihinde Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğünde geçici olarak görevlendirildiğini, ayrıca yargı yoluna başvurmaması için müvekkilinden tarihsiz istifa dilekçesi alındığını, 4 yıl süre ile geçici görevi yürüttükten sonra 18.02.2011 tarihinde asli kadrosu olan genel sekreterlik görevine iade edilmesini talep ettiğini, bu talebin reddine dair işlemin iptali için açtığı davanın Afyonkarahisar İdare Mahkemesince kabul edilerek işlemin iptaline karar verildiğini, bu kararın idareye 18.05.2011 tarihinde tebliğ edildiğini, bu süreçte davalı Prof. Dr. M. S.'ın rektör olarak atandığını, yasa gereği mahkeme kararını 30 gün içinde uygulamak zorunda olan davalının, müvekkilini genel sekreterlik görevine bir gün dahi başlatmadığını, sadece görevlendirme yazısının iptal edildiğini belirten 09.06.2011 tarihli yazıyı tebliğ ettiğini, bir gün sonra da müvekkilinin 6 ay süre ile Devlet Konservatuarı Müdürlüğünde görevlendirildiğini ve bu şekilde mahkeme kararının uygulanmayarak etkisiz bırakıldığını, söz konusu görevlendirme işleminin iptali için açtığı davanın İdare Mahkemesince oyçokluğuyla reddedildiğini, geçici görevlendirmenin gerekçesiz, keyfi, müvekkilini yıldırmaya, zor durumda bırakmaya yönelik bir mobbing uygulaması olduğunu, müvekkilinin sekreteri vasıtası ile davalıdan defalarca randevu istemesine rağmen verilmediğini, daha sonra rektörlüğe çağırıldığını, bu görüşmeye baskı unsuru olarak rektör yardımcıları, genel sekreter vekili ve yardımcısının da katıldığını, görüşmede davalının müvekkilinin damadından ve kızından bahsederek baskı altına almaya çalıştığını, daha sonra gerçek niyetini ortaya koyarak akademik unvanlı bir genel sekreter ile çalışmak istediğini söylediğini, müvekkilinin düzenlediği bir raporu işleme aldığı için Konservatuar Müdürünün azarlandığını, davalının talimatı ile işleme alınmayan dilekçesini noter kanalı ile göndermek zorunda kaldığını, bu dilekçeye posta ile cevap verilmesinin aşağılamaya, yok saymaya ve tanımamaya yönelik bir mobbing uygulaması olduğunu, daha sonra müvekkilinin ikinci kez Meslek Yüksek Okulunda görevlendirildiğini, burada yıllarca emeği olan genel sekretere yakışmayan, öğrencilerin gürültü yaptıkları ayak altında tabir edilebilecek, içerisinde ses yapan bilgisayar sistemine ait elektronik bir cihazın bulunduğu bir oda verildiğini, oda için istediği malzemelerin verilmediğini, bilgisayar sisteminin sesi nedeniyle baş ağrısı ve işitme kaybı yaşadığını, döner sermayeden % 150 oranında ek ödeme almakta iken davalı rektör göreve geldikten sonra hiçbir gerekçe olmadan bu oranın % 60'a düşürüldüğünü, bu işlemin iptali için açtığı davanın İdare Mahkemesince kabul edildiğini, buna rağmen yeniden belirlenen oranın da % 130 olduğunu, kanuna göre katkısına bakılmaksızın genel sekretere % 200’e kadar ek ödeme yapılabilecek iken hala maddi yönden mağdur edildiğini, müvekkilinin kızı Eğitim Fakültesinde okutman olarak çalışmakta iken davalının göreve gelmesinden sonra ders sayılarının azaltıldığını, hakkındaki bir şikayet fırsat bilinerek uyarma cezası verildiğini, bu nedenle görevinden ayrılarak öğretmenliğe başladığını, saygın bir kişiliği olan müvekkilinin mobbing nedeniyle idari ve akademik personelden dışlandığını, sakıncalı personel durumuna düşürüldüğünü, prestij ve onurunun zedelendiğini, maruz kaldığı yoğun stresin sağlığını ve aile hayatını kötü etkilediğini, tüm bu sebeplerle manevi zarara uğradığını ileri sürerek 20.000,00 TL manevi tazminatın yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili davacının önceki rektör döneminde yapılan işlemlere hiçbir itirazda bulunmadığını ve dört yıl süren geçici görevlendirmeyi kabullendiğini, önceki rektör dönemine ait işlemlerin sorumluluğunun müvekkiline yüklenmesinin kabul edilemeyeceğini, müvekkilinin yapmış olduğu iş ve işlemlerin hukuka aykırı olmadığının İdare Mahkemesi kararları ile sabit olduğunu, davacının kazanmış olduğu ilk davadan sonra görevine başlatılmadığına dair iddiasının Afyonkarahisar İdare Mahkemesinin 2011/745 Esas sayılı dosyasında yanıt bulduğunu ve mahkemece görevine başlatıldığının açıkça belirtildiğini, döner sermaye ödemesi ile ilgili kanun maddesinde “Ek ödeme yapılabileceği”nin belirtildiğini, bunun zorunlu olmadığını ve ödemelerde performans kriterinin esas alındığını, ayrıca davacının kızı ile ilgili hususlarda müvekkilinin bir dahli bulunmadığını belirterek davanın reddinin gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 28/4. maddesi gereğince mahkeme kararlarının otuz gün içinde kamu görevlilerince kasten yerine getirilmemesi halinde ilgilinin, idare aleyhine dava açabileceği gibi, kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası açılabileceği, kamu görevlisi aleyhine açılan tazminat davasının adli yargıda görüleceği, ancak davacının 10.06.2011 gün ve 3757 sayılı işlemle geçici olarak Devlet Konservatuarı Müdürlüğünde görevlendirilmesi ve bu şekilde mahkeme kararının etkisiz bırakılması hususunu İdare Mahkemesinde dava konusu ederek .....Üniversitesi Rektörlüğünden 10.000,00 TL manevi tazminat talep ettiği, İdare Mahkemesinin 29.12.2011 gün ve 2011/761 E., 2011/1421 K. sayılı kararı ile tazminat isteminin reddine karar verildiği, bu karar temyizi üzerine Danıştay 8. Dairesi'nce onandığı, karar düzeltme başvurusunun aynı dairece reddedildiği, böylece davacının geçici görevlendirmeye ilişkin olarak manevi tazminat talebini daha önce idare aleyhine ileri sürdüğünün anlaşıldığı, eldeki davada davacının kendisine bir bütün olarak mobbing uygulandığını iddia ettiği, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken veya görevlerini yaparken kişilere zarar vermesinin ilgili kamu kurumunun hizmet kusurunu oluşturduğu, bu durumda ilgili kurum aleyhine dava açılması gerektiği, bu konudaki yasal düzenlemelerin emredici olup, zararın karşılanması için önemli bir teminat olduğu, somut olayda .... Üniversitesi rektörü olan davalının, davacıya mobbing uyguladığı ileri sürüldüğüne göre, Anayasa'nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unun 13/1. maddesi gereğince kamu görevlisi hakkında adli yargı yerinde dava açılamayacağı gerekçesiyle davanın husumet nedeni ile reddine karar verilmiştir.
Davacı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece, usul ve yasaya uygun bulunan yerel mahkeme kararının onanmasına oy çokluğu ile karar verilmiştir.
Davacı vekilinin karar düzeltme istemi üzerine karar Özel Dairece, yukarıda açıklanan gerekçelerle oy birliği ile bozulmuştur.
Yerel Mahkemece, önceki karardaki gerekçeler tekrar edilerek direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararını davacı vekili temyiz etmiştir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, eldeki davada davacının dayandığı maddi olgular arasında İdare Mahkemesi kararının yerine getirilmemesi hususunun da (İYUK’nın 28. maddesi anlamında) bulunup bulunmadığı, davacının mobbing olduğunu iddia ettiği eylem ve işlemlerin davalı kamu görevlisinin hizmet kusurundan mı, yoksa kişisel kusurundan mı kaynaklandığı, buradan varılacak sonuca göre davalıya husumet yöneltilmesinin mümkün olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümüne geçilmeden önce, konuya ilişkin yasal düzenlemelerin ve ilkelerin ortaya konulmasında yarar vardır:
Kamu personelinin mali sorumluluğuna ilişkin düzenlemeler öncelikle Anayasa olmak üzere ilgili kanunlarında yer almaktadır. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Temel Hak ve Hürriyetlerin Korunması” başlıklı 40. maddesinin Ek fıkrası (03/10/2001-4709 S.K./16. m.); “…Kişinin, resmî görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.” hükmünü içermektedir.
İdareye karşı yargı yolunu düzenleyen “Yargı Yolu” başlıklı 125. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesi: “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.”; son fıkrası da “İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.” şeklindedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın kamu görevlilerinin görev ve sorumluluklarını düzenleyen 129. maddesinin birinci fıkrasına göre “Memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler.” Anılan maddenin beşinci fıkrasındaki düzenleme uyarınca; “Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir.”
Görülmektedir ki, Anayasa'nın 40/3, 125/son ve 129/5. maddeleri ile uygulamanın çerçevesi net olarak çizilmiş; “memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının, ancak rücu edilmek şartı ile idare aleyhine açılabileceği” açıkça ifade edilmiştir.
Anayasa’nın bu hükümleri ile amaçlanan, memur ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu davrandıklarından bahisle haklı ya da haksız olarak yargı mercileri önüne çıkarılmasını önlemek, kamu hizmetinin sekteye uğratılmadan yürütülmesini sağlamak ve aynı zamanda zarara uğrayan kişi yönünden de memur veya diğer kamu görevlisine oranla ödeme gücü daha yüksek olan devlet gibi bir sorumluyu muhatap kılarak kamu düzenini korumaktır.
Bu Anayasal hükümlerle aynı doğrultuda düzenleme 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 13. maddesinde de yer almaktadır. 657 sayılı Kanun’un “Kişilerin Uğradıkları Zararlar” başlıklı 13. maddesinin 06.06.1990 tarih 3657 sayılı Kanun'un 1. maddesi ile değişik birinci fıkrasında; “Kişiler kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum aleyhine dava açarlar. Ancak, Devlet dairelerine tevdi veya bu dairelerce tahsil veya muhafaza edilen para ve para hükmündeki değerli kâğıtların ilgili personel tarafından zimmete geçirilmesi hâlinde, zimmete geçirilen miktar, cezai takibat sonucu beklenmeden Hazine tarafından hak sahibine ödenir. Kurumun, genel hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır.” hükmü öngörülmüştür.
Diğer taraftan uyuşmazlığın çözümünde Anayasa’nın 129/5. maddesinde yer alan “yetkilerini kullanırken işledikleri kusur” ifadesinden ne anlaşılması gerektiğinin belirlenmesi önem taşımaktadır ki, bu noktada “kusur” ile ilgili açıklama yapılmasında yarar vardır.
Kusurun kanunlarımızda tanımı yapılmamıştır. Uygulama ve öğretide kabul görmüş tanıma göre kusur, hukuk düzenince kınanabilen davranıştır. Kınamanın nedeni, başka türlü davranma olanağı varken ve zorunlu iken, bu şekilde davranılmayarak, bu tarzdan sapılmış olmasıdır. Kısacası; kusur, genel tanımıyla hukuk düzeni tarafından bir davranış tarzının kınanması olup; bu kınama, o davranışın belirli koşullar altında bireylerden beklenen ortalama hareket tarzından sapmış olmasından kaynaklanır.
Yine öğreti ve uygulamadaki hâkim görüşe göre, sorumluluk hukuku açısından kusurun, kast ve ihmal (taksir) olmak üzere ikiye ayrılacağı kabul edilmektedir. Bu bağlamda, kast hukuka aykırı sonucun bilerek ve isteyerek meydana getirilmesi; ihmal ise, hukuka aykırı sonucu istememekle birlikte, böyle bir sonucun önlenmesi için gerekli önlemlerin alınmaması ve gereken özenin gösterilmemesidir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 10.12.2003 gün ve 2003/11-756 E., 2003/743 K. sayılı ilamı).
İdare hukuku ilkeleri çerçevesinde olaya bakıldığında ise, bir kamu görevlisinin görev sırasında, hizmet araçlarını kullanarak yaptığı eylem ve işlemlerine ilişkin kişisel kusurunun, kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı ve bu nedenle açılacak davaların ancak idare aleyhine açılabileceği bilinen ilkelerindendir (Danıştay 10. Dairesinin 20.04.1989 gün ve 1988/1042 E.; 1989/857 K. sayılı ilamı).
Yeri gelmişken “yetkilerini kullanırken” ve “bu görevleri yerine getiren personel” kavramlarıyla amaçlananın ne olduğu üzerinde de durulmalıdır:
Devletin sorumluluğunun diğer bir şartı da zararın, memur ve diğer bir kamu görevlisi tarafından “görevini yerine getirirken” ve “görevle ilgili yetkilerini kullanırken” gerçekleştirilmiş olmasıdır.
Şu hâlde “görevin ifası” “yetkinin kullanılması” ile gerçekleşen zarar arasında işlevsel (görevsel) bir bağ bulunmalı; zarar, kamu görevi (kamu yetkisi) yerine getirilirken, bu görev ve yetki nedeni ile doğmuş olmalıdır.
Memur ve diğer resmî görevlileri kamu görevlisi sıfat ve kapasiteleri dışında özel bir kişi olarak, özel hukuk hükümlerine göre özel işlerini yaparken üçüncü kişilere verdikleri zarardan doğrudan doğruya kendileri sorumludur (Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümleri, 10. Bası, İstanbul 2010, s. 590 vd.).
Ne var ki, personelin kişisel eylem ve davranışlarının idari eylem ve işlem sayılmadığını da burada hemen belirtmek gerekir. Gerçekten de Anayasa’nın 125/son fıkrası uyarınca “İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.” Anayasa’nın 137. maddesinde ise “...konusu suç olan emri yerine getiren kimsenin sorumluluktan kurtulamayacağı” belirtilmektedir.
Görüldüğü üzere Anayasa’da kamu personelinin kanuna aykırı eylem ve işlemlerinden şahsen sorumlu tutulacağı ilkesinin de ayrıca kabul edildiği çok açıktır.
Memur veya kamu görevlisinin tamamen kendi iradesi ile kasten ya da kanunlardaki açık hükümler dışına çıkarak ve bunlara aykırı olarak suç sayılan eylemiyle verdiği zararlarda eylem ile kamu görevinin yürütülmesi arasında objektif bir illiyet bağının varlığından söz edilemez. Bu gibi hâllerin 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 13. maddesinin hukuksal alanı dışında tutulduğunda şüphe olmamalıdır.
Zira, görevden kolayca ayrılabilen ve görev dışında kalan kusurlu eylem ile kamu görevi arasındaki bağ kesilerek salt memurun ya da kamu görevlisinin kişisel kusuru ile karşı karşıya kalınmaktadır. İşte bu noktada görev kusuru ile kişisel kusurun ayrımında, kişisel kusurun alanı ve unsurlarının açık bir biçimde saptanması önem taşımaktadır.
Bilindiği gibi, görev kusuru, daha çok kamu görevlisinin görevinden ayrılamayan kişisel kusuru olarak kendini gösterir. Bu kişisel kusur, görev içinde ve dolayısıyla idarenin ajanına yüklediği ödev yetki ve araçlarla işlenmektedir. Kişisel kusurda ise; kamu görevlisinin eyleminde açıkça ve kolayca görevinden ayrılabilen tasarruf ve hatalar görülür. Bir başka deyişle, kişisel kusurda idare nam ve hesabına hareket eden bir kamu görevlisinin idareye atıf ve izafe olunacak yerde, doğrudan doğruya kendi şahsına isnat olunan ve kişisel sorumluluğunu intaç eden hukuka aykırı eylem ve işlemleri belirgindir ve burada kamu görevlisi zarar doğurucu eylemini kamusal görevin yerine getirilmesi saiki ile ancak salt kişisel kusuru ile işlemiştir. Gerek öğretide gerekse yargısal kararlarda personelin kişisel eylem ve davranışları idari eylem ve işlem sayılmamış, kişisel kusura dayanan davaların inceleme yerinin adli yargı olduğu, hasmının da kişinin kendisi olduğu kabul edilmiştir (Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 7. Bası, İstanbul 1993, s. 505; tanım yönünden Cüneyt Ozansoy, Tarihsel ve Kuramsal Açıdan İdarenin Kusurdan Doğan Sorumluluğu, Doktora Tezi, 1989, s. 330).
Diğer yandan, Uyuşmazlık Mahkemesinin 05.03.1966 gün ve 65/64 E., 1966/1 Karar sayılı kararı ve aynı görüşün devamı niteliğinde 1982 Anayasası döneminde verdiği 17.03.1986 gün ve 1985/20-1986/27 sayılı kararında “dikkatsizlik tedbirsizlik ve meslekte acemilik nedenlerle verilen zararlarda ancak şahsi kusurun söz konusu olacağı”, “ idarenin ajanı durumundaki kişilerin şahsi kusurları yönünden kendilerine açılan tazminat davalarının adli yargı yerinde görülmesi gerektiği” ilkesi benimsenmiştir (Cüneyt Ozansoy, s. 247 vd.; Hukuk Genel Kurulunun 26/09/2001 gün ve 2001/4-595 E., 2001/643 K. sayılı kararında da aynı ilkeler benimsenmiştir).
Sonuç olarak, Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Kanun’un 13/1. maddesi gereğince memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu eylemleri nedeniyle oluşan zararlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve yasada gösterilen biçim ve koşullara uygun olarak idare aleyhine açılabilir. İdare aleyhine böyle bir davanın açılabilmesi, hizmet kusurundan kaynaklanmış, idari işlem ve eylem niteliğini yitirmemiş davranışlar ile sınırlıdır. Kamu görevlisinin, özellikle haksız eylemlerde, Anayasa ve özel yasalardaki bu güvenceden yararlanma olanağı bulunmamaktadır.
Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.11.2000 gün ve 2000/4-1650 E. 2000/1690 K; 26.09.2001 gün ve 2001/4-595 E. 2001/643 K.; 29.03.2006 gün ve 2006/4-86 E. 2006/111 K.; 17.10.2007 gün ve 2007/4-640 E. 2007/725 K.; 20/02/2008 gün ve E:2008/4-156, K:2008/140; 11.11.2009 gün ve 2009/4-411 E., 2009/491 K.; 18.11.2009 gün ve E:2009/4-448, K:2009/545; 30.10.2013 gün ve 2013/4-44-1512 E., K.; 30.04.2014 gün ve 2013/4-1537 E., 2014/573 K.; 21.05.2014 gün ve 203/4-1601 E., 2014/681 K., sayılı ilamlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.
Tüm bu açıklamalar ve ortaya konulan yasal düzenlemeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde; davacı, davalının süreklilik gösteren yıldırma niteliğindeki eylemleri nedeniyle manevi zarar gördüğü gerekçesi ile manevi tazminat isteminde bulunduğundan davacının istemini dayandırdığı bu maddi olgulardan, davalı rektörün göreviyle ilgili bir eylemine değil, salt kişisel kusuruna dayanıldığı anlaşılmaktadır.
Hâl böyle olunca, davalının görevi dışında kalan kişisel kusuruna dayanıldığına ve hizmet kusuru niteliğinde bir eylemi bulunmadığı anlaşıldığına göre, husumetin kamu görevlisi olan davalıya yöneltildiği eldeki davanın adli yargı yerinde görülerek işin esasının incelenmesine işaret eden ve Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bunun yanı sıra davacının dava dilekçesinde, Basın ve Halkla İlişkiler birimindeki geçici görevlendirmesinin kaldırılarak asli kadrosu olan Genel Sekreterlik görevine iade edilme istemiyle yaptığı başvurusunun reddine ilişkin 25.02.2011 tarih ve 996 sayılı idari işlemin iptali talebinin İdare Mahkemesince kabul edildiğini, bu kararın idareye 18.05.2011 tarihinde tebliğ edildiğini, yasa gereği 30 gün içinde uygulanmak zorunda olan mahkeme kararının davalı tarafından uygulanmayarak etkisiz bırakıldığını belirtmek suretiyle idari yargı kararının yerine getirilmemesi olgusuna da dayanmış bulunduğu anlaşılmaktadır. Davacının bu iddiasının yasal dayanağı 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 28. maddesinin dördüncü fıkrası olup, anılan fıkrada 21.02.2014 tarih ve 6526 sayılı Kanun’un 18. maddesi ile değişiklik yapılarak “Mahkeme kararlarının süresi içinde kamu görevlilerince yerine getirilmemesi hâlinde tazminat davası ancak ilgili idare aleyhine açılabilir.” hükmü getirilmiştir. Ancak fıkranın dava tarihinde yürürlükte bulunan hâli “Mahkeme kararlarının (otuz) gün içinde kamu görevlilerince kasten yerine getirilmemesi hâlinde ilgili, idare aleyhine dava açılabileceği gibi, kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası açılabilir.” şeklindedir. Bu hüküm uyarınca idari yargı kararının yerine getirilmemesi durumunda kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine adli yargıda manevi tazminat davası açılması mümkün bulunduğundan, mahkemece uyuşmazlığın esasının incelenmesi sırasında bu maddi olgu hakkında da değerlendirme yapılarak bir hüküm kurulması gerekirken mahkemece bu talebin daha önce İdare Mahkemesinde ileri sürüldüğü gerekçesiyle davacının dayandığı bu olgu hakkında bir karar verilmemiştir.
Ne var ki Özel Dairenin bozma kararında idari yargı kararının yerine getirilmemesi olgusu hakkında yeterince açıklama yapılmadığı ve mahkemece davacının bu iddiası ile ilgili olarak da uyuşmazlığın esasının incelenerek bir karar verilmesi gerektiği hususuna değinilmemiş olduğu anlaşılmakla Özel Dairenin bozma kararına açıklanan ilave gerekçelerin eklenmesi gerekmektedir.
Bu durumda direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıdaki belirtilen bu ilave gerekçe ve nedenlerle bozulmasına karar verilmesi gerekmiştir...."
HGK. 17.01.2018 T. E: 2017/4-1433, K: 49
Ayrıntılı görüntülemek için tıklayın
"Yargı yolu" kavramına ilişkin içtihat sayfası için tıklayın