Basın özgürlüğü- Kişilik haklarına saldırı-

Başkanlık sistemine ilişkin yazıdaki görüşlerin Anayasa Mahkemesi başkan ve üyelerinin kişiliklerine yönelik olmayıp, üyelik statüsü ile ilgili genel değerlendirmeler olduğu, yazının hiçbir bölümünde bir başkan ya da üyenin ismine yer verilmediği, şahıslarına yönelik bir ifade kullanılmadığı, yapılan değerlendirmelerin bilimsel nitelikte olduğu anlaşıldığından, yazıdaki “Anayasa Mahkemesi üyeleri bu görev için yetersiz” başlığı altında diğer ülkelerin Anayasa Mahkemelerinin oluşum şekli hakkında bilgilere yer verilmiş ve davacılara yönelik bir beyanda bulunulmadığından, çarpıcı ve abartılı başlık kullanılması okuyucunun dikkatini çekmeye yönelik bir gazetecilik tekniği olup, suç unsuru içermediği sürece sorumluluk gerektirmeyeceğinden, dava konusu yazı bir bütün olarak ele alındığında, kullanılan ifadelerin, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken sert eleştiri mahiyetinde olduğu ve davacıların kişilik haklarına saldırı teşkil etmediği-

"...Dava, basın yoluyla kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir.

Davacılar vekili asıl ve birleşen davaların dava dilekçelerinde; S.. Gazetesi’nin 15.12.2004 tarihli nüshasının 15. sayfasında “Türkiye İçin En Uygun Sistem Başkanlık” başlığı altında bir haber/yazı yayımlandığını, haber/yazının konusu “Türkiye’de başkanlık” olarak açıklanmış ise de yazıda röportajı yapan diğer davalının da yönlendirmesi ile davalı M. E.’ın müvekkillerinin sıfat ve hizmetlerinden dolayı hakaret niteliğinde suç teşkil eden ifadeler kullandığını, sözü edilen haber/yazıda, “Anayasa Mahkemesinin demokratik sistem üzerinde vesayetçi bir yaklaşım içinde bulunduğu, milletin temsilcilerinin yaptığı kanunları Anayasa Mahkemesinin bozduğu, Anayasa Mahkemesinin amacının devleti değil hükümeti sınırlamak olduğu, sol cenah iktidar olduğu dönemlerde mahkemenin hiç çalışmadığı, maksadının orta sağ iktidarlara bir fren mekanizması kurmak olduğu, Anayasa Mahkemesinin tıpkı TSK gibi ideolojik bekçilik yaptığı, üyelerinin vasıfları itibariyle çok yetersiz oldukları, bu göreve getirilen kişilerin yeterli entelektüel birikime, görgü ve tecrübeye sahip olmadıkları, gelişen dünyada hukuki ve iktisadi gelişmeleri takip edip buna göre pozisyon alacak kişiler olmadıkları, taşrada hâkimlik yapmış, tüm zamanı adliye, hâkimevi ve evinin arasında geçmiş, Yargıtayda Danıştayda hâkimlik yapmış kişiler yeterli donanıma sahip olmayınca, Türkiye için çok önemli olan hadiseleri kavrayamayınca işin kolayına kaçıp katı hukuki kuralları uygulayıp ideolojik tavır alma yolunu seçtikleri, türban meselesini bugünkü Anayasa Mahkemesinin bu hâle getirdiği, kendisini yasa koyucunun yerine koyacak karar aldığı ve üyelerinin vasıflarının yükseltilmesi gerektiği” ifadelerine yer verildiğini, belirtilen bu sözlerin yayın yolu ile hakaret suçu oluşturduğundan suç duyurusunda bulunduklarını, davalıların yazılarında kullandıkları ifadelerin müvekkillerinin özellikle görevleri itibariyle kişilik haklarına ve manevi varlıklarına açık saldırı niteliğinde olduğunu, sözlerinde basın özgürlüğünün bir sonucu olarak haber verme ve eleştiri haklarının sınırları içerisinde kalmadıklarını, bu sınırların cüretkar bir biçimde aşıldığını ileri sürerek her bir davacı için ayrı ayrı olmak üzere 15.000 TL manevi tazminatın haberin yayım tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsilini talep etmiştir.

Davalı M. E. vekili; husumetin müvekkiline yöneltilemeyeceğini, müvekkilinin S.. Gazetesi muhabiri Y. F. M. ile yaptığı bir görüşmeye dayalı olarak gazetede yayımlanan röportaj - haber yazısının içeriğinin müvekkiline atfedilemeyeceğini, yazının müvekkilinin bilgisi ve izni dışında kaleme alındığını, görüşmenin kayda alınmadığını, röportajcının kendince tuttuğu notlar ve izlenimlerden hareketle metnin oluşturulduğunu, ortaya çıkan metnin yayımlanmadan önce müvekkiline gösterilmediğini ve onayının alınmadığını, müvekkilinin ifadelerini taşımayan beyanlarla ilgili tekzip gönderildiği hâlde yayımlanmadığını, davalılardan Y. F. M. ile yapılan görüşmede Anayasa Mahkemesi üyelerine yönelik haksız fiil ve hakaret içerikli herhangi bir beyanda bulunmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Davalılar U. B. Gazetecilik Mat. Yay. San. A.Ş. ve Y. F. M. vekili; dava konusu haberde davacıların ismi telaffuz edilmediği gibi doğrudan da hedeflenmiş olmadıklarını, manevi tazminatın ancak saldırıya maruz kalan kişilerce talep edilebileceğini, herhangi bir kişi hedeflenmeksizin Anayasa Mahkemesi ile ilgili bilimsel görüş içeren haberden dolayı Anayasa Mahkemesi üyesi olduğundan bahisle “yansıma yoluyla” dava ikame edilemeyeceğini, davanın öncelikle aktif husumet yokluğu nedeniyle reddi gerektiğini, bir bilim adamı olan M. E.’ın görev alanıyla ilgili konularda düşünce açıklamasının haber değeri olan önemli bir husus ve düşünceyi açıklama özgürlüğünün çağdaş demokrasilerin olmazsa olmaz koşulu olduğunu, kamuoyunu yakından ilgilendiren meselelerin haber yapılmasında kamu yararının bulunduğunu, ifade özgürlüğünün toplumda çoğunlukça beğeni ve hoşgörü ile karşılanan bilgi ve düşüncelerin açığa vurulmasından ibaret olmadığını, demokrasilerde hiçbir kişi ve kuruluşun eleştirilemez olmadığını, yazıda hakaret sayılacak sözlerin yer almadığını, davacı iddialarında manevi değerlerinin çiğnendiğini ortaya koyan makul olgular sunulmadığını, meşru amacın aşılmadığını, talep edilen tazminatın fahiş olduğunu belirterek davanın reddini istemiştir. 

Mahkemece; dava konusu yazıda yalın orta düzeydeki okuyucu üzerinde Anayasa Mahkemesi başkan ve üyeleri yönünden eleştiri sınırlarını aşacak şekilde kişilikleri hakkında şüphe uyandıracak, onları toplum nezdinde küçük düşürücü beyanlar bulunduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne dair verilen karar, taraf vekillerinin temyizi üzerine Özel Dairece, “Dava konusu yazı nedeniyle Ceza Mahkemesinde basın yoluyla hakaret suçundan davalı M. E. hakkında açılan ceza davasının mahkûmiyet ile sonuçlandığı ancak henüz kesinleşmediği anlaşılmaktadır. Borçlar Kanunu’nun 53. maddesi uyarınca ceza mahkemesinin kararı hukuk hâkimini bağlamaz ise de somut olayın özelliği itibariyle maddi vakıanın tespiti açısından ceza davasının sonucu önem arz etmektedir. Bu nedenle sözü edilen ceza davasının sonucu beklenilmeli, bundan sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek varılacak uygun sonuca göre bir karar verilmelidir.” gerekçesi ile bozulmuştur.

Mahkemece; bozma kararına uyularak ceza davasının sonucu beklendikten sonra önceki gerekçeye ilaveten ceza dosyasının yargılamaları sırasında davalı M. E. ve Y. F. M.’nın iki olayla ilgili olarak maddi fiili tespit edecek şekilde karar verildiği, maddi fiilin tespitine ilişkin olarak Yargıtay 4. Ceza Dairesince yapılan temyiz incelemelerinde maddi fiilin gerçekleşmediği yönünde herhangi bir tespitin bulunmadığı, mahkemenin en son verdiği kararda da her iki sanığın cezalandırılmasına ilişkin hüküm kurulduğu hâlde Yargıtayın inceleme tarihi itibariyle zamanaşımı süresinin dolmasından dolayı hükmün bozularak davanın düşmesine karar verilmesinin maddi fiilin olmadığına dair karar niteliğinde bulunmadığı, ceza mahkemesi kararında belirtildiği üzere her iki davalının eyleminin suç oluşturduğu gerekçesiyle davalılar M. E. ve Y. F. M. yönünden davanın kısmen kabulüne, davalı U. B. Gazetecilik ve Matbaacılık Yayıncılık Sanayi A.Ş. yönünden ise, davalı şirketin ticaret sicilinden terkin edilmiş olduğu ve tüzel kişiliğinin sona ermiş bulunduğu gerekçesiyle bu davalı yönünden dava konusuz kaldığından esas hakkında karar verilmesine yer olmadığına, HUMK’nın 186. maddesi kapsamında TMSF'nin dahili davalı hâline getirildiği anlaşılmış ise de, TMSF'nin sorumluluğu bulunmasına rağmen borçlar yönünden halefiyetin bulunmadığı da göz önüne alındığında tasfiye komisyonu aleyhine karar verilemeyeceği, TMSF'ye işbu davada husumetin yöneltilemeyeceği gerekçesiyle TMSF yönünden davanın husumet yönünden reddine karar verilmiştir. 

Davacılar vekili ile davalılardan M. E. vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde açıklanan nedenle bozulmuştur.

Mahkemece; dava konusu beyan ve yazılar sert eleştiri mahiyetinde düşünülmüş ise de Ankara 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 2010/379 E. sayılı dosyasında 17.01.2012 tarihinde verilen kararda, ifade özgürlüğü, eleştiri ve haber verme sınırları aşılarak olay tarihinde görevli Anayasa Mahkemesi başkan ve üyesi olan katılanların kişilik haklarına saldırı niteliğinde söz ve cümlelerin kullanıldığı, atılı yayın yolu ile hakaret suçunun yasal unsurlarının oluştuğu hususlarında mahkemece tam kanaat hasıl olduğu belirtilerek basın yolu ile hakaret suçundan sanıkların eylemine uyan 5237 sayılı TCK’nın 125/3-a, 125/4, 43/1-2, 52/2 ve 62 maddeleri gereğince 8.840'ar TL adli para cezası ile cezalandırılmasına karar verildiği, cezanın ertelenmediği, hükmün açıklanmasının geri bırakılması uygulamasına yer olmadığına karar verildiği, anılan kararın temyizi üzerine Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 05.12.2012 günlü kararı ile zamanaşımı nedeni ile kamu davasının düşmesine karar verildiği, kamu davasının düşürülmesine ilişkin hükmün kesinleştiği anlaşılmış olduğundan ceza mahkemesince tespit edilen maddi olgulara ilişkin olarak hukuk mahkemesinin uyma zorunluluğu da bulunduğundan ceza mahkemesinin tespit ettiği şekli ile M. E.'ın beyanlarının kapsam itibariyle davacıların kişilik haklarına saldırı olduğunun kabulünde ve ceza mahkemesinin maddi olguları tespit eden kararına paralel şekilde karar verme zorunluluğu bulunduğu gerekçesi ile önceki kararda direnilmiştir.

Direnme kararı davacılar vekili ile davalılardan M. E. vekili tarafından temyiz edilmiştir.
 
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davaya konu yazı bir bütün olarak değerlendirildiğinde, davacıların kişilik haklarına saldırının bulunup bulunmadığı; diğer bir deyişle, davacılar yararına manevi tazminat koşullarının oluşup oluşmadığı noktasında toplanmaktadır.

Davacılar vekilinin ve davalılardan M. E. vekilinin direnme kararına yönelik temyiz itirazlarının ayrı ayrı incelenmesinde yarar bulunmaktadır.

I- Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesinde;

Yerel mahkemece davanın kısmen kabulüne dair kurulan 18.04.2013 tarihli hüküm davacılar vekili tarafından temyiz edilmiş ve adı geçenlerin temyiz itirazları Özel Dairece değerlendirilerek reddedilmiştir.

Bu durumda, temyiz itirazları reddedilmiş bulunan davacılar vekilinin direnme kararını temyizde hukuki yararı bulunmamaktadır.

Hukuki yarar, dava şartı olduğu kadar temyiz istemi için de aranan bir şarttır. 

O hâlde, davacılar vekilinin direnme hükmüne yönelik temyiz isteminin hukuki yarar yokluğu nedeniyle reddi gerekir.

II-Davalılardan M. E. vekilinin temyiz itirazlarına gelince;

Uyuşmazlığın çözümü açısından öncelikle konuyla ilgili yasal düzenlemelerin irdelenmesinde yarar vardır.

Manevi zarar, kişilik değerlerinde oluşan objektif eksilmedir. Duyulan acı, çekilen ızdırap manevi zarar değil, onun görüntüsü olarak ortaya çıkabilir. Acı ve elemin manevi zarar olarak nitelendirilmesi sonucu, tüzel kişileri ve bilinçsizleri; öte yandan, acılarını içlerinde gizleyenleri tazminat isteme haklarından yoksun bırakmamak için yasalar manevi tazminat verilebilecek bazı olguları özel olarak düzenlemiştir. 

Bunlar kişilik değerlerinin zedelenmesi (TMK m. 24), isme saldırı (TMK m. 26), nişan bozulması (TMK m. 121), evlenmenin butlanı (TMK m. 158/2), boşanma (TMK m. 174/2) bedensel zarar ve ölüme neden olma (818 sayılı BK m. 47-6098 sayılı TBK m.56) durumlarından biri ile kişilik haklarının zedelenmesi (818 sayılı BK m. 49- 6098 sayılı TBK m. 58) olarak sıralanabilir. 

4721 sayılı TMK’nın 24. maddesi ile 818 sayılı BK’nın 49. maddesi diğer yasal düzenlemelere nazaran daha kapsamlıdır. 

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun (TMK) 24. maddesinde; 

“Hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hâkimden, saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebilir.

Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar ya da kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır.”

Dava konusu yayımın yapıldığı ve davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 49. maddesinde ise;

“Şahsiyet hakkı hukuka aykırı bir şekilde tecavüze uğrayan kişi, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat namıyla bir miktar para ödenmesini dava edebilir.

Hakim, manevi tazminatın miktarını tayin ederken, tarafların sıfatını, işgal ettikleri makamı ve diğer sosyal ve ekonomik durumlarını da dikkate alır.

Hakim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir tazmin sureti ikame veya ilave edebileceği gibi tecavüzü kınayan bir karar vermekle yetinebilir ve bu kararın basın yolu ile ilanına da hükmedebilir.”

hükümleri yer almaktadır.

TMK’nın 24 ve BK’nın 49. maddelerinde belirlenen kişisel haklar, bedensel ve ruhsal tamlık ve yaşam ile nesep gibi insanın, insan olmasından güç alan varlıklar ya da kişinin adı, onuru ve sır alanı gibi dolaylı varlıklar olarak iki kesimlidir. 

Görüldüğü üzere BK'nın 49. maddesi gereğince kişisel hakları zarara uğrayanların manevi tazminat isteme hakları vardır. 

Bu genel açıklamalardan sonra uluslararası metinlerde ifade özgürlüğünün nasıl yer aldığının da incelenmesinde yarar bulunmaktadır:

2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesinin son fıkrası; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” hükmünü içermektedir. Bu durumda, mahkemelerce önlerine gelen uyuşmazlıklarda usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar ile iç hukukun birlikte yorumlanması ve uygulanması gerekmektedir. 

Hâl böyle olunca, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) konunun nasıl düzenlendiğinin ve Sözleşmenin uygulanmasını sağlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının incelenmesi gerekmektedir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “İfade Özgürlüğü” başlıklı 10. maddesinin birinci fıkrası; “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, Devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.” hükmünü içermektedir. İfade özgürlüğünün hangi hâllerde sınırlandırılabileceği de aynı maddenin ikinci fıkrasında düzenlenmiştir.

İfade özgürlüğü demokratik bir toplumun en önemli temellerinden birisi olup, toplumsal ilerlemenin ve her bireyin gelişiminin başlıca koşullarından birini teşkil etmektedir. AİHS'nin 10. maddesinin ikinci fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ifade özgürlüğü yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir. Bunlar, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olup, bunlar olmaksızın "demokratik toplum" olmaz (Handyside/Birleşik Krallık, Başvuru No: 5493/72, 07.12.1976, parag. 49). AİHS'nin 10. maddesinde benimsenen ifade özgürlüğü bu şekilde olmakla birlikte, yine de dar bir yorum gerektiren istisnalar içermektedir ve bu hakkı kısıtlama ihtiyacının ikna edici bir biçimde ortaya konması gerekmektedir (Pakdemirli/Türkiye kararı, Başvuru No: 35839/97, 22 Şubat 2005).

İfade özgürlüğü geniş bir şekilde yorumlanmakta ise de, sınırsız olmadığı da Sözleşme’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilmiştir. Burada çözülmesi gereken temel sorun ifade özgürlüğü ile kişilik haklarına yönelik saldırı arasındaki sınırın hangi ölçütlere göre saptanacağıdır. 

AİHM önüne gelen uyuşmazlıklarda yapılan müdahalenin ifade özgürlüğünü ihlal edip etmediğini aşağıdaki kriterleri uygulayarak tespit etmektedir:

1. Müdahalelerin yasayla öngörülmesi:

AİHM, Sözleşme’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “yasayla öngörülme” ifadesinin, ilk olarak, itiraz konusunun iç hukukta bir dayanağı olması gerektiğini hatırlatır. Ancak söz konusu ifade hukuki normların ilgili kişinin erişiminde olmasını, sonuçlarının öngörülebilmesini ve hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olmasını gerektiren kanun niteliğine de atıfta bulunmaktadır (Association Ekin/Fransa, Başvuru No: 39288/98; Ürper ve Diğerleri/Türkiye kararı, Başvuru No: 14526/07, 14747/07, 15022/07, 15737/07, 36137/07, 47245/07, 50371/07, 50372/07 ve 54637/07, 20 Ekim 2009).

2. Müdahalelerin meşru bir amaç izleyip izlemediği: 

Sözleşme’nin 10/2. maddesine göre, “… bu özgürlüklerin kullanılması, yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlâkın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.”

Görüldüğü üzere yasayla düzenlemek şartıyla ve “başkalarının şöhret ve haklarının korunması” amacıyla ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği kabul edilmekte olup sınırlama haklı olsa bile, bu kez sınırlamanın orantılılığı gündeme gelecektir (bkz. sınırlamanın orantısızlığı konusunda Pakdemirli/Türkiye kararı). Kişilik hakkının korunması ile ifade özgürlüğü arasındaki dengeyi iyi sağlamak gerekmektedir. Özellikle siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin kişilik hakları ve şöhretleri söz konusu olduğunda bu dengede ifade özgürlüğünün ağır bastığı konusunda kuşku yoktur. Diğer bir deyişle, terazide bir yanda siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin “kişilik hakları”, diğer yanda “ifade özgürlüğü” bulunduğu durumlarda, tercihin daha çok ifade özgürlüğünden yana kullanıldığı söylenebilir (Doğru, O., Nalbant, A; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar, C. 2, Ankara 2013, s. 232).

3. Müdahalelerin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı:

AİHM, ifade özgürlüğünün, demokratik bir toplumun temel yapılarından birini oluşturduğu ve toplumun gelişimi ve bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel koşullarından biri olduğunu hatırlatır (Lingens/Avusturya, Başvuru No: 9815/82, 08 Temmuz 1986). İfade özgürlüğü istisnalara tabi olsa da, bu istisnalar dar bir biçimde yorumlanmalı ve sınırlama nedeni ikna edici bir biçimde ortaya konmalıdır (Observer ve Guardian/Birleşik Krallık, A Serisi no: 216, Başvuru No: 13585/88, 26.11.1991). 

Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 25.04.2018 tarihli ve 2017/4-1320 E., 2018/986 K.; 30.05.2018 tarihli ve 2017/4-1470 E., 2018/1144 K. sayılı kararlarında da benimsenmiştir.

Kamu görevlilerinin eleştirilmesi hususunda ise; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kamu görevlilerinin siyasetçilere oranla daha sıkı bir koruma altına alındığını bir çok kez kabul etmiştir. Bu hâlde korunan temel değer ilgili kamu görevlisinin bizatihi kişiliği ya da şöhreti olmayıp, o kişinin yerine getirdiği kamusal göreve kamunun duyduğu güvenin demokratik bir toplumdaki önemidir. Ancak, kamu görevlilerinin görevlerini yerine getirirken hoşgörü göstermeleri gereken eleştiri sınırının diğer insanlara göre daha geniş olması gerektiği, AİHM’nin yerleşmiş kararlarındandır. Demokratik toplumda bireylere yargı sistemi ve ona dahil olan kamu görevlilerini eleştirme ve onlar hakkında yorum yapma hakkı tanınması gerekli olup, ancak bu eleştirilerin belli bir sınırı aşmaması gerekmektedir. Bu sınır ise, değer yargısı haricinde olan ifadelerin asılsız olmaması, bir diğer deyişle ispatlanabilir iddialar olması gerekliliğidir (Hukuk Genel Kurulunun 28.03.2014 tarihli ve 2013/4-768 E., 2014/402 K. sayılı ilamı).

Öte yandan demokratik bir toplumun hayati mekanizmalarından olan yargı sisteminin işleyişine ilişkin konular kamusal menfaatlerin alanında kalır. Bu kapsamda yargının toplum için özel rolü dikkate alınmalıdır. Adaletin garantörü olan ve hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlette hayati bir işlev gören yargı, görevlerini başarıyla yapabilmek için kamu güvenine ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle bu güveni ciddi bir şekilde zarara uğratabilecek temelsiz saldırılara karşı -özellikle yargıçların kendilerini hedef alan eleştirilere karşı cevap vermelerine engel olan bir sağduyuya sahip olma yükümlülükleri göz önünde bulundurulduğunda- korumak gerekebilir. Ancak -temelsiz ve ağır biçimde yaralayıcı saldırılar bir kenara bırakılırsa- yargı görevlileri de kabul edilebilir sınırlar içindeki eleştirilere sadece teorik ve genel olarak değil şahsen de konu olabilirler. Bu kişilerin görevlerini ifa ederken kendilerine yönelik kabul edilebilir eleştirinin sınırları sıradan bir vatandaşa kıyasla daha geniştir (Morice/Fransa, Başvuru No: 29369/10, 23.04.2015). 

Burada vurgulanması gereken bir başka husus da AİHM’nin bir çok kararında yer bulan maddi olgu - değer yargısı ayrımıdır. Maddi olgular ile değer yargısı arasında dikkatli bir ayrıma gidilmelidir.  Maddi olgular ispatlanabilse de, değer yargılarının doğruluğunu ispatlamanın mümkün olmadığı hatırda tutulmalıdır (Lingens/Avusturya, Başvuru No: 9815/82, 8.7.1986, § 46). AİHM başka kararlarında da, “Gerçeklerin var olduğu gösterilebilirken değer yargılarının gerçekliğinin kanıtlanması mümkün değildir. Bir değer yargısının gerçekliğini kanıtlama konusunda bir gereksinimi yerine getirmek imkânsızdır ve AİHS’nin 10. maddesinin garanti ettiği hakkın temel bir parçası olan düşünce özgürlüğünün bizzat kendisini ihlal eder.” demektedir(Jeruselam/Avusturya, Başvuru No: 26958/95 27.02.2001, Dichand ve Diğerleri/Avusturya, Başvuru No: 29271/95, 26.02.2002). Mahkeme Dalban/Romanya davasında verdiği 28 Eylül 1999 tarihli kararında da “Gerçekliğini kanıtlamaksızın eleştiri niteliğinde bir değer yargısını ifade etmesinin engellenmesi bir gazeteci için kabul edilemez olacaktır.” demiştir. 

AİHM’nin ifade özgürlüğüne ilişkin değerlendirmeleri bağlamında akademik özgürlükler konusu üzerinde de durulması gerekmektedir. AİHM akademisyenlerin çalıştıkları kurum veya sistem ile ilgili görüşlerini özgürce dile getirebilmesinin ve herhangi bir sınırlama olmaksızın bilgi ve gerçekleri yayma özgürlüğünü içeren akademik özgürlüklerin önemine işaret etmiştir (Sorguç/Türkiye, Başvuru No: 17089/03, 23.06.2009). Mahkemeye göre akademisyenlerin araştırma yürütmelerine ve bulgularını yayımlamalarına yönelik sınırlamalar bu konuda oldukça dikkatli bir denetimi beraberinde getirecektir (Lunde/Norveç, Başvuru No: 38318/97 13.02.2001).

Konunun iç hukukumuzda nasıl yer aldığına gelince;

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sının 25. maddesine göre “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.”

Anayasa’nın 26. maddesi gereğince “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar… Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.” 

Bilim ve sanat hürriyetini düzenleyen Anayasa’nın 27. maddesine göre “Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir.” Dolayısıyla akademik ifade özgürlüğü Anayasa tarafından açıkça tanınmıştır. 

Anayasa’daki akademik ifadeler kapsamında bir başka düzenlemede 130. maddede yer almaktadır. Maddenin dördüncü fıkrası “Üniversiteler ile öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilirler. Ancak, bu yetki, Devletin varlığı ve bağımsızlığı ve milletin ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhinde faaliyette bulunma serbestliği vermez” hükmünü içermektedir. Maddede görüldüğü üzere akademik ifadeler açısından araştırma yapma ve yayınlama ile sınırlı olarak yine ifade özgürlüğü tanınmıştır (Karan, U.; İfade Özgürlüğü Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru El Kitapları Serisi-2, Avrupa Konseyi 2018, s. 68-69). 

Düşünce ve kanaat özgürlüğü sınırının aşılması ve kişilik hakkına saldırı seviyesine ulaşması hâlinde, olay tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 49. (6098 sayılı TBK m. 58) ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 24. maddeleri gereğince manevi tazminat istenebilecektir.

Tüm bu açıklamalar ve yasal düzenlemeler ışığında somut olay incelendiğinde; davalı M. E. haber/yazı tarihinde Hacettepe Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü Başkanıdır. Yazının başlığı “Türkiye İçin En Uygun Sistem Başkanlık” şeklindedir. Yazının ana konusu başkanlık sistemi olup, Anayasa Mahkemesi ya da üyeleri değildir. Ayrıca davalı M. E. bu değerlendirmelerini bilim adamı sıfatıyla ve kendisinin uzmanlık alanı olan bir konuda yapmıştır. Dava konusu görüşler Anayasa Mahkemesi başkan ve üyelerinin kişiliklerine yönelik olmayıp, üyelik statüsü ile ilgili genel değerlendirmelerdir. Yazının hiçbir bölümünde bir başkan ya da üyenin ismine yer verilmemiş, şahıslarına yönelik bir ifade kullanılmamıştır. Yazıda, davalı M. E., bir kısım kurumların yanı sıra Anayasa Mahkemesi’ni, üyelerini ve kararlarını Mahkeme’nin kurulduğu 1961 tarihinden itibaren ve yazının yayınlandığı dönemdeki olaylar açısından bilimsel bilgi ve birikimi doğrultusunda değerlendirmiştir. Yapılan değerlendirmeler bilimsel nitelikte olup hiçbir üye şahsen hedef alınmamıştır. 

İfade özgürlüğü anayasal güvence altında olduğu gibi ülkemizin tarafı olduğu sözleşmeler kapsamında uluslararası hukuk kuralları ve AİHS ile de koruma altındadır. Düşünce ve kanaatler yalnızca olumluyu değil olumsuzu da içerebildiği gibi incitici ve aykırı da olabilirler. Önemli olan değer yargılarına ilişkin düşünce ve kanaatlerin serbestçe ifade edilebilmesidir. Dava konusu ifadelerin değer yargısı niteliğinde olduğu Anayasa Mahkemesi üyesi olan davacılar tarafından da kabul edilmiş ve dava dilekçelerinde açıkça belirtilmiştir. 

Yazıdaki “Anayasa Mahkemesi üyeleri bu görev için yetersiz” başlığı altında diğer ülkelerin Anayasa Mahkemelerinin oluşum şekli hakkında bilgilere yer verilmiş ve davacılara yönelik bir beyanda bulunulmamıştır. Çarpıcı ve abartılı başlık kullanılması okuyucunun dikkatini çekmeye yönelik bir gazetecilik tekniği olup, suç unsuru içermediği sürece sorumluluk gerektirmez. 

Dava konusu yazı bir bütün olarak ele alındığında, kullanılan ifadeler, Özel Daire bozma kararında belirtildiği ve mahkemenin kabulünde olduğu üzere ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken sert eleştiri mahiyetindedir. Yazı içeriğinde davalı M. E. tarafından davacılar hakkında küçültücü veya hakaret teşkil eden herhangi bir ifadeye yer verilmediği gibi yazının da hukuka aykırılığından bahsedilemeyeceğinden yukarıda vurgulanan yasal düzenlemeler ve AİHM içtihatları karşısında ifade özgürlüğü kapsamında korunması gerektiği, davacıların kişilik haklarına saldırı teşkil etmediği kabul edilmelidir. 

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, hâkim ve savcılarla yüksek mahkeme üyelerinin de diğer kamu görevlileri gibi kamu güvenine sahip olmaları gerektiği, bu sebeple asılsız suçlamalardan korumanın Devletin görevlerinden olduğu, demokratik bir toplumda, bireylere, yargı sistemi ve ona dâhil olan kamu görevlilerini eleştirme ve onlar hakkında yorum yapma hakkı tanınmış olmakla birlikte, bu eleştirilerin kişilerin şeref ve itibarlarının korunmasını isteme haklarını ihlal eder boyuta ulaşmaması gerektiği, kamu güvenini ciddi bir şekilde zarara uğratabilecek temelsiz saldırılara karşı-özellikle yargıçların kendilerini hedef alan eleştirilere karşı cevap vermelerine engel olan bir sağduyuya sahip oldukları göz önünde bulundurulduğunda-korumak gerektiği, hâkimin toplum nazarında bağımsızlığını ve tarafsızlığını etkileyecek şekilde soyut iddialar ile eleştirilmesinin mümkün olmadığı, dava konusu haberde, haberin içeriğine uygun düşmeyen bir üslubun kullanıldığı, böylece kamu görevlilerinin katlanması gereken kabul edilebilir sert eleştiri sınırlarının aşılarak öz ile biçim arasındaki dengenin bozulduğu, ifadelerin davacıların doğrudan kişilik değerlerine yönelik olduğundan hukuka aykırılık unsurunun gerçekleştiği, yayında yer alan ifadelerin amacı ne olursa olsun başlı başına kişilik haklarına haksız bir saldırı oluşturduğu, bu nedenle direnme kararının yerinde olduğu belirtilmişse de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından yukarıda açıklanan nedenlerle yerinde görülmemiştir.

O hâlde Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. 

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. .."

HGK. 11.12.2018 T. 4-595/1885

Ayrıntılı görüntülemek için karar künyesine tıklayabilirsiniz...